Rock’n’roll Edebiyatı’nın ya da Underground Edebiyat’ın son kalesi olarak anılıyorsunuz. Bu tanım sizi ne kadar anlatıyor? Karakalem’i çıkarmak sizin için bahsedilen sıfatların getirdiği bir görev miydi yoksa bir hayal mi?
Altay Öktem: Öncelikle teşekkürler. Bu şekilde anıldığımı bilmiyordum. Türkiye’de tek tipleşmeyi bir iktidar alanı olarak gören merkezi edebiyatın nefes alma şansı tanımadığı birçok yazınsal tür var aslında. Son dönemlerde polisiye biraz kırdı bu baskıyı; bilim kurgu, fantastik, korku hâlâ birkaç genç yazarın kişisel çabalarıyla var olmaya çalışıyor. Underground edebiyatsa bunların içinde en geride kalan, kendini bir türlü kabul ettiremeyen tür.
Karakalem, elbette görev duygusuyla çıkmadı ortaya ama merkezde kendine yer edinemeyen ya da edinmek istemeyen birçok kalem için, akabilecekleri bir mecra oldu. Bu da bir sorumluluğu beraberinde getiriyor elbette. Genç, farklı, kıyıda kalan ama kıyının dili olmayı becerebilmiş herkes kendini ifade edebiliyor Karakalem’de. Böyle bir dergi çıkarmak gibi bir hayalim yoktu ama her koşulda bu dergiyi yaşatmak gibi bir hayalim var şimdi.
S.U: Türkiye’de gençlerin basılı şeyleri geçmişe oranla daha az okuduğu bu dönemde Karakalem gibi bir dergi çıkarıyorsunuz. İnternetin bu kadar geliştiği ve bu kadar çok yazının mailden maile dolaştığı bir dönemde Karakalem’i farklı kılan ne?
A.Ö: İnternet, gençler arasında çok yaygın olsa da basılı yayınların kalıcılığı ve etkisi hâlâ çok yüksek. Karakalem başka bir örneği olmayan, sanatın her alanına el atan ama belli bir konseptin dışına çıkmayan bir çeşit tür dergisi. Ayrıca dergiler, bir yazar kadrosu tarafından oluşturulan, kendi okuruna hitap eden yayınlardır. Yazarıyla okuru arasında belirgin bir mesafe vardır yani. Karakalem’in başarısı, bu mesafeyi ortadan kaldırmış olması. Okur, kendini derginin içinde hissediyor. Zaten öyle!
Tasarımı da farklı, biliyorsunuz. İnternetle haşır neşir olan gençliğe de yabancı olmayan bir tasarımı var Karakalem’in. Sayfaları, gözü web sayfasına, bloğa alışmış bir okura da yabancı gelmiyor.
S.U: Aslında sizin de internetle bağlarınızın çok sıkı olduğunu görüyoruz. Bir yazarın kendi kitlesini yaratması bir yana ailesiyle görüşmesinin bile bu kadar zor olduğu dönemde insanlarla yüz yüze gelebilecek zamanı ya da enerjiyi nerden buluyorsunuz?
A.Ö: Her şey için zaman bulunur, istemek önemli. İnternetle yakın bir ilişkim var ve bu ilişki çok şey kazandırıyor bana. Ayrıca iletişime çok önem veririm. Bana söyleyecek sözü, soracak sorusu olan birine cevap vermemden daha doğal ne olabilir? Böylece hem yoğun bir mail trafiği yaşıyorum hem de yazar, çizer, okur ayrımı yapmadan, denk geldiğinde herkesle vakit geçirebiliyorum. Fazladan bir enerjiye gerek yok aslında, zevk almak önemli.
S.U: Sizdeki bu Janis Joplin sevdası nereden geliyor? Ne zaman güzel ne zaman özgün bir şey olsa onu okuyoruz satırlarınızda.
A.Ö: Onu ben de bilmiyorum. Seviyorum, o kadar! Elbette bir sürü şarkıcı, bir sürü grup var sevdiğim ama Janis Joplin’in yeri ayrı. Sesinin tonu, vurguları, benim yazılarımdaki, şiirlerimdeki tonla akraba gibi. Belki tuhaf bir benzetme ama bana öyle geliyor, benziyor.
S.U: Penguen’de bir yazınızda müzisyenlerin siyasi tavırsızlıklarından duyduğunuz rahatsızlığı dile getirdiniz. Sizce yazarlar ya da müzisyenler bunu var olan düzende tutunmak için mi yapıyorlar, bu sistem onlar için mi işliyor?
A.Ö: Siyasi tavır değil de, politik duruş diyelim buna. Müzisyenin politik duruşu olması gibi bir zorunluluğu yok, elbette ama şunu unutmamak gerekir ki işini iyi yapmak da politik bir tavırdır. Gerektiğinde insanları eğlendirmek de politik bir tavırdır. Benim söylemek istediğim, şarkılarda mesaj verilmesi değil. Hatta tam aksine didaktik yönü olan şarkılar müzikal anlamda çok gelişmiş olmuyor. Hayata doğru yerden bakmak önemli burada. Sadece eğlenmek için de şarkı yapılabilir. Eğlendiren şarkının bile politik bir duruşu olduğunu da unutmamak gerek ama. Ortalığa peçete saçmak, ayakkabıdan şarap içmek de bir eğlenme biçimi. Bu tarz bir eğlenceye zemin hazırlayan şarkı, yanlış bir politik bakışın eseridir. Özellikle şarkı sözlerine bakarsak bu duruşsuzluğun, boşluğun, zafiyetin bütün öğelerine rastlarız.
S.U:Türkiye’de ders kitaplarına şiirleri alınan şairler yavaş yavaş unutuluyor ya da göçüyorlar. Bundan yirmi sene sonra Altay Öktem’in yazdığı bir şiiri ya da yazıyı bir ders kitabında görme ihtimalimiz ya da Türkiye’nin böyle bir türe ve hayat tarzına alışma ihtimali ne sizce?
A.Ö:Yirmi yıl sonra ne olur bilemem ama şu anda girdiğimiz rotaya bakarsak sadece benim değil, bu kuşağın özgün şairlerinin hiçbirinin ders kitaplarına girme ihtimali yok gibi geliyor bana. Ders kitabına girmenin önemli olduğunu da düşünmüyorum ama müfredat bahane burada, önemli olan sorunuzun sonundaki “tür” ve “hayat tarzı” meselesi. Çünkü her şiir topluma bir öneridir. Bu öneriyi kabullenecek toplum henüz yok ufukta. Yirmi yıl sonra olma ihtimali de yok çünkü rotamız da yanlış.
S.U: Kitap okumak farklı bir alışkanlık, her yazar bir başka yazarın yolunu açıyor diğerine. Sizi okuyanlarda hangi ülkenin ya da yazarın eserlerine ilgi doğabilir?
A.Ö: Zaten her yazar, eğer iyi bir yazarsa, okur oluşturur. Başka yazarlara açılma isteği doğurur okurda. Bir tek beni okuyan bir kişi, okur değil “fan”dır. Bu da bir yazar için en tehlikeli şeydir kanımca. Beni okuyanın ilgisi nereye yönelir, tam olarak bir şey söylemek kolay değil ama bestsellerlara yönelmeyecekleri kesin!
Türk E-Dergi adına sonsuz teşekkürler!
0 yorum:
Yorum Gönder