Sözlüklerde zaman geçirenlerin de kitaplara düşkün olanların da çok iyi tanıdığı bir isim Cem Şancı. Kendisinin de bizi kırmayışı sonucu gündeme, dünyanın daima gündemi olmuş kadınlara ve günlük hayatına dair bir röportaj yaptım Cem Şancı'yla. Büyük gazetelerde köşe kapmaca oynayan ama aslında bir şey yazmayan yazarların aksine birçok şey anlatan bir röportaj oldu. Umarım beğenirsiniz...
''Centilmenler İçin Adım Adım Kötü Kızlarla Flört Rehberi, Kızlar Âşık Olmaz, Son Derece Kızsal Sorunlar: makyaj, alışveriş, erkekler ve ilk öpücük, Aşkatür, Doğa Üstü Sevgi Altı, Yandık! Kızlar Etrafta Başımız Belada, Eyvah! Yine Kızlar Kazandı, Ayastefanos Yalnızı, Hayal Silgisi'". Kitapların tam orta noktasında her daim günümüzün aşkı, olduğundan daha değersiz yaşayan kadını var. Neden işin kolayına kaçıp romantik ve kadın ruhunu okşayan, kadınların satın aldığı kitaplar yazıp piyasaya yeni bir romantik prens kazandırmayıp kadınları irdelemeyi ve onların davranışlarını sorgulamayı seçtiniz? İçinizden gelmediğinden mi yoksa arz talep ilişkisinden ziyade en güzelini yaratmak peşinde misiniz?
Bu soruyla sık sık karşılaşıyorum. Neden kadınların hayran olacağı şatafatlı iltifatlarla, gönül çelen tatlı sözlerle, yürek burkan aşk öyküleriyle süslü kitaplar kaleme alıp kolay yoldan edebiyatın prensi olmayı tercih etmediğimi merak edenlerin sayısı az değil.
Aslında bu yapmadığım bir şey değil, dışarıya kapalı, sadece sinema, tiyatro, edebiyat, basın dünyasından insanların üye olduğu online bir sosyal bir ağa üyeyim ve orada yarattığım “sanal” bir tipleme var. Çapkın ama romantik, duyarlı ama sözünü esirgemeyen, zeki, tatlı, sevecen, flörtöz bir sanal kahraman, kadınların çok hoşuna gidecek birçok deneme kaleme alıp sitenin üyeleri ile paylaşıyor. Tahmin edersiniz, sanal kahramanımıza aşk teklifleri, hayranlık itirafları yağıyor. Onun kalbini çalmak için kavga eden kadınlar, buluşup görüşmek için ısrarlı tekliflerle posta kutusunu kilitleyen hanımlar var.
Farklı online topluluklar içinde farklı rollere bürünen, her biri başka bir “romanın” kahramanı gibi davranan, farklı karakterlerde başka sanal karakterlerim de var. Bu karakterleri konuşturtup onlara diyalog yazmamın, metinlerime online üyeler arasında hızla tepki almamın, romancılığıma büyük katkısı olduğunu da düşünüyorum.
Ancak soruyla alakalı olan o “kadınların hayran olduğu” sanal kahramana dönecek olursak bu yoğun iş stresi arasında, iş arkadaşlarımızla kendi aramızda eğlenmek için yarattığım sanal bir karakterdi ve bütün odak noktası kadınları etkilemekti. Tüm amacı kadınları kendine hayran bıraktırmak, âşık etmekti.
Oysa, yaşayan gerçek bir insan olan Cem’in amacı hikaye anlatmak. İnsanlara hikayeler anlatıp hikayelerimle güzel vakit geçirmelerini sağlamak beni yazmaya iten dürtüdür. İlk romanımı yazdığımda henüz 19-20 yaşlarındaydım ve değişik gazetelerde, dergilerde düzenli olarak makalelerim, denemelerim yayınlanıyordu. Yazma amacım, kadınları etkilemek değil, yarattığım metinleri paylaşmaktı.
İlk romanım "Eyvah! Yine kızlar Kazandı", o dönem üzerinde çalıştığım pek çok hikayemden biriydi. Bilimkurgudan, siyasi komplo hikayelerine kadar değişik türde pek çok öyküyü roman olarak kaleme alabilirdim ama o an için önümde önemli bir engel duruyordu: Yaşım.
19 yaşında, kimsenin adını sanını bilmediği, sıradan bir üniversite öğrencisinin siyasi komplo hikayelerini, bilimkurgu metinlerini kim okuyacaktı ki? Bizim halkımızı bilirsiniz, İtalya’da 16, 17 yaşında bir hanımkızcağızımız, doğumgününde yetişkin erkeklerle nasıl grup seks yaptığını, adamların “damarlı” penislerini eline alıp nasıl öpüp okşadığını anlattığında kitapçılara koşup yüzbinlerce satın alırlar. Bir de öve öve bitiremezler, “Aferin bak, nasil gencecik yasında bütün dünyanın okuduğu bir yazar oluvermiş kızcağız.” derler ama bilakis kendi oğulları, çocukları, kendi gençleri 19 yaşında roman yazdığında, güzel bir iş ortaya koyduğunda, “Daha senin yaşın ne başın ne ki?” tepkisini verirler.
Benim de 90’lı yıllarda karşılaştığım tepki işte buydu ve sokakları, caddeleri, medyayı, tüm halkımızı enfekte etmiş o gençleri küçümseme cehaletinin kurbanı olmamak, insanlara ulaşarak hikaye anlatma keyfinden mahrum kalmamak için çok dikkatli hareket etmem gerektiğinin farkındaydım.
Dolayısıyla, yayımlatmak üzere bir seçim yaptığımda, nüktedan bir kadın erkek hikayesi o dönemin koşullarında doğru bir karardı. Zira bu hamle bana yayınevlerinin kapısını açtığı, okurlarla tanıştırdığı ve yazdıklarımı takip eden, hikayelerimi dinleyen bir kitle oluşturduğu için, bugün hikaye anlatıcısı Cem dilediği kurguları oluşturmakta çok daha özgür ve şanslı.
Tabi, vurguladığınız gibi hicve, nükteye, mizaha girmeden, vıcık vıcık sulu romantizm örnekleri ortaya koyarak trilyonlarca lira satış geliri elde etmek de bir seçenekti ama 19 yaşında insanın gözü parada pulda olmuyor. Beğendiğim, güzel bir hikayeyi başka insanlarla paylaşma fikri benim için trilyonlardan değerliydi.
Bunun yanı sıra roman kültürüne sahip olmayan, okuma alışkanlığı ve disiplini bulunmayan cahil kalabalığımızın gözünde maço bir erkeğin hikayesini kaleme alan bir yazar, o karakterin tüm görüşlerini, tüm diyaloglarını sahiplenip, onun görüşlerini savunduğu için, adımın önüne kadın düşmanı sıfatını eklemekten çekinmediler ki şimdi tek tek o insanları bulup dava edersem, muazzam bir servetin sahibi olabilirim.
Yalnız şu sıralar, “İyi ki,” diyorum, iyi ki seri bir katilin hikayesini anlattığım gerilim türünde bir roman yazmamışım. Yoksa kesin, adım, sapık, cani katile çıkacaktı. “Maço bir adamın öyküsünü anlatmış, o zaman bu adam maço”, yakıştırmasını yapan zeka özürlü kütleler bu sefer, “Cinayet romanı yazıp seri katilin hikayesini anlatmış, o zaman bu adam katil.” diyecekti.
Bazıları kadınların siyaseti ele geçirmesiyle savaşların sona ereceğini söyler, sizin kitaplarınızdaki kadınlar hiç de savaşları sona erdirecek kadınlar gibi durmuyorlar. Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Daha açık sormam gerekirse Ayastefanos Yalnızı'ndaki gibi Kadın romantik davranmayıp siyaseti de dayatıldığı biçimde yapabilir mi?
Kadın da insan olduğu için, insana dair her türlü yozlaşmışlık, kirli, pis düşünceler ve davranışlar onun da hakkıdır fakat şimdi burada bir detaya değinmek lazım. Feminizmin Türkiye’de sesini yükselttiği seksenli doksanlı yıllarda kadınları eleştirmeye kalkışmak, kadınlar hakkında ufacık bir olumsuz yorum dile getirmeye kalkışmak, kadın düşmanı damgası yemek için yeterliydi.
Ancak asıl kadın düşmanlığı, kadını eleştirilemez, yarı tanrısal, kutsal bir düzleme oturtanlardır ki onların gözünde kadın kutsal olduğu için, günah işlemez, flört etmez, gezmez, tozmaz, hayatın keyfini süremez.
Onlar için kadın, evinde oturan ve bütün gün çocuklarına bakan kutsal canlılardır.
Eğer ki bir kadın bu tanımın dışına çıkarak erkekler gibi yaşamaya kalkarsa, hemen kötü kadın ilan edilir ve toplum dışına itilir ya da daha az gelişmiş bölgelerde, öldürülür, biliyorsunuz.
Dolayısıyla, bizim “kıt beyinli” bazı feministlerimiz, daha ne hakkında konuştuklarının, söylemlerinin yol açacağı sonucun farkında olmadan, kendi elleriyle kadını bu “eleştirilemez, yarı tanrı, kutsal varlık” zincirine mahkum ederek, kadına en büyük kötülüğü yine kendileri yapmıştır.
Oysa kadını eleştirmeye kalkan insanları sindirmeye kalkışacaklarına, “Evet, biz kadınız ve kadın da insandır. Biz de erkekler gibi gezer, tozar, sevişir, aldatır, ihanet eder, rüşvet alır, yozlaşabiliriz. Günah işlemek sizin hakkınızsa, bizim de hakkımızdır.” demeleri gerekiyordu, beceremediler. Feminizmi yüzlerine gözlerine bulaştırıp kadını daha da köle yaptılar.
Kadınların siyasette aktif olmasına da bu pencereden bakıyorum. Politikacıların, siyasetçilerin kadın olması, benim lugatımda, onların da yozlaşmayacağı, rüşvet almayacağı, görevini kötüye kullanmayacağı anlamına gelmiyor.
Nitekim eski Şişli belediye başkanı olan hanımkızımızın halkın vergilerinden toplanan ztrilyor doları binbir katakulli ile zimmetine geçirdikten sonra İngiltere’ye kaçtığını gördük.
Dünyanın en büyük ateş gücüne sahip ABD ordusunu sağa sola salıp, bulduğu her yere kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeden bomba yağdıran ABD politikacılarının arasında, hatta başında, dış işleri bakanlığı koltuğunda bir kadın bulunduğunu görüyoruz.
İngiltere’nın eski kadın başbakanının ufacık bir ada için diyalog seçenekleri veya kaç yıl sürerse sürsün, siyasi, ekonomik baskı yöntemleri yerine doğrudan orduyu alarma geçirip, Arjantin’e savaş açtığını da biliyoruz. Yani kadınlar siyasette aktif ve ağır olduğunda, çiçekler açmayacak, silahlar susmayacak, yozlaşmışlık, rüşvet, görevi kötüye kullanma, siyasi çıkarlar için yapılan ucuz hesaplar bitmeyecek.
Kadının romantik, sakil, ağırbaşlı, yumuşak, insancıl, mantıklı bir canlı olduğu önyargısını artık aklımızdan atmalıyız. Kadın da erkek kadar insandır ve biliyoruz ki insan, menfaatleri uğruna her şeyi yakıp yıkıp yok edebilecek, evrene bulaşmış pis bir enfeksiyondur.
İnternet üzerinde yapılan dergicilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz kitaplarınızın tanıtım sürecinde interneti ne kadar iyi kullandınız? Özellikle sözlük oluşumlarındaki tanınmışlığınız ortada, bu bir marka yönetim stratejisiyle mi yoksa kendiniz olmakla mı ilgili?
İnternet bence medyanın geleceği. Önce yazılı basını, ardından görsel basını bitireceğine eminim. Bu sadece zaman meselesi ama tüm dünyada bu dönüşümün on seneyi geçmeyeceğine inanıyorum ki şu anda her gün 500 bin yeni insanın internetle tanıştığı biliniyor ve bu hızla üç yıla kadar dünyadaki herkesin internet erişimine ve bilgisayara sahip olacağını öngörüyorlar. Yani üç - dört seneye kadar insanoğlu sanal dünya ile adaptasyonunu tamamlayacak ve dergileri, gazeteleri, televizyon yayınlarını internet üzerinden dağıtmak çok daha mantıklı hale gelecek.
Bu atmosferde elbette edebiyat da kendini internete hazırlamalı. Belki kağıt kitap baskılarının anlamını yitireceği bir geleceğe gidiyoruz. Küçük bir ücret karşılığında cep telefonlarına indirilen elektronik kitapları görmemiz çok uzakta değil bence.
Şöyle düşünün, hayran olduğunuz yakışıklı, karizmatik, elinde sigarasıyla kapak arkasında pozu bulunan romantik yazarınız yeni bir aşk romanı yazmış olacak ve her yerde bangır bangır reklamı yapılan bu romana ulaşmak için “bana da bana da” yazıp 3386’ya göndermeniz yetecek. Kitabın ücreti olan bir lira dönem sonunda telefon faturanıza yansırken siz ofiste, yolda, otobüste, metroda, cep telefonunuzu açıp kitabınızı okuyabileceksiniz. Hatta belki bir seslendirme sanatçısının karizmatik sesinden dinleyebileceksiniz.
Şu aşamada da kitapların internet üzerinden tanıtımı bence doğru bir strateji, zaten internet üzerinden kitap satışları da bunu kanıtlıyor.
“sözlük” gibi topluluklardaki metinlerim ise bir reklam değeri taşımıyor. Hatta bence, “karakter” ve “yazar” ayırımını yapamayan cahil kütlenin daha da tepkisni çekmeme neden oluyordur ama dediğim gibi internet platformu, yarattığım sanal karakterlerin okuyucumla etkileşerek kendi hayat görüşleri ve kimlikleri doğrultusunda hikayeler ürettiği, merak edip takip edenler için okumalar hazırladığı küçük yazın eğlencelerinden ibaret ve sinir olanlardan, kudurup kafasını sağa sola vurup yarattığım karakterlere öfke kusanlardan öte, onları seven, takip eden, övgü dolu teşekkür mesajları gönderen binlerce okurum için yazmaya devam ediyorum.
Chip Online'daki son yazınızda Türk Halkı'nın en enayi internet kullanıcıları olduğunu söylediniz, peki sizce sosyal hayatta bu enayilik ne durumda?
Chip’deki o köşe yazısında, dünya çapında yapılan bir araştırmada, bilgisayarlarını farkında olmadan hacker’lara en fazla teslim eden kullanıcıların Türkler olduğunun tespit edildiğini anlatmıştım.
İnsanlarımız zaten fakirlik sınırının altında yaşarken ceplerinden para ödeyip internet bağlantısı satın alıyorlar ve hiç farkında olmanda bu internet bağlantılarını Rus hacker’lara devrediyorlar. Porno ve korsan yazılım sitelerinden insanların bilgisayarlarına zararlı solucanlar, trojan’lar yükleyen yabancı hacker’lar, bu bilgisayarlar üzerinden ABD’deki, İngiltere’deki banka hesaplarına saldırıp milyonlarca dolar çalıyor ve bu iş için bizim kullanıcılarımız sponsor oluyor. Fakirlik hatta açlık sınırının altında yaşayan insanlarımız, Rus mafyası milyon dolarlar kazansın diye, telefon ve internet faturası ödüyor.
Bu farkındalık eksikliğinin, bilinçsizliğin ve cahilliğin yansıması elbette sosyal hayatı da etkiliyor ama şimdi o detaya girmek istemiyorum zira bu konuda kimseyi kırmayacak yumuşak, yuvarlak cümleler kurmak istemiyorum ama çok ağır konuşup başımı derde de sokmak istemiyorum. Her koyun kendi bacağından asılsın, ben oturup cehaletin bir toplumu nasıl yok ettiğini merakla izler, gördüklerimi de gelecek nesillere ders olsun diye keyifle yazarım. Birin üzerine bin katıp, alayla, nükteyle, ironiyle, sarkazmla yoğurarak yazarım. Yazarken de keyiften dört köşe olurum. Bu derece bencil ve vurdumduymazım artık zira tahmin edersiniz, topluma faydalı olmak için çabaladığınızda en büyük tepkiyi yine o toplumdan alıyorsunuz. O zaman? Bu cahil kalabalıklar insana bencil ve umursamaz olmayı öğretiyor.
Bazı yazılarınızda ve kitaplarınızda yemekle ilgili şeylere rastlıyoruz. Yemekle aranız nasıl?
Yapmayı da yemeyi de severim elbette ama yemeği hazırlayan güzel bir dilber olursa yemesi de daha keyifli olur inancındayım. O yüzden uzun süredir mutfakta yeni lezzetler peşine düşmeyi bıraktım, bilakis, çapkınlık yapıp eli bu işlere yatkın güzel kadınlar tavlamak ve onların tanıttığı yeni lezzetlerle yemek kültürümü geliştirmek daha kolayıma geliyor.
Bir röportajınızda "Özgür olduğunu sanan tasmalı kadınlar atmosferinde aşka inanmıyorum" demişsiniz. Büyük şehir kadınının küçük hesaplarından korkuyor musunuz yoksa gereken önlemi aldınız mı?
Kadının insan olduğunu hatırlamak bir ilişkinin sağlığı açısından önemli ve yeterlidir diye düşünürüm. Dolayısıyla, kadınlara karşı öyle paranoyakça yaklaşıp tedbirler veya kumpaslar hazırlamıyorum. Aksine, bence ilişkiler rahatça, sakince, gerilmeden yaşanmalıdır. Kıskançlıklar, şüpheler, yalanlar olmadan…
Herkesi bir ihanet ve aldatılma korkusu almış, insanlar sevdiklerine, her an onu aldatacak potansiyel yalancılar olarak bakarak ilişkiye başlıyor ve o şüpheyle yaşamaya devam ediyor. Elbette kimsenin duygusal dünyasını tartıp eleştirmek, yönlendirip biçimlendirmeye kalkışmak benim haddim değil, zaten işim de değil lakin benim inancıma göre de tüm bu aşk masalları ile kandırılan, sevgililer gününde, doğum günlerinde, yıl dönümlerinde birbirine hediye yağdıran insanlar aşk yaşadıklarını sanıyor ama benim gördüğüm, herkes üçüncü sınıf psikopat bir dedektif filmi yaşıyor. Takipler, telefonla kontroller, çevresindeki insanları değerlendirip kıskançlık krizleri yaşamalar… Aşk bu mudur yani? Çocukluktan itibaren, televizyon, medya, aile, çevre ve toplum tarafından aklımıza kazınan bir aşk modeli var. Kızların en geç 27 yaşında evlenip, otuzuna kadar çocuk doğruması gerektiğini, erkeğin sevgilisine, eşine tek taş yüzükler, pırlantalar, mücevherler alması gerektiğini buyuran kodlar kazınmış aklımıza ve bu kodlar, aşk yaşayacağımız insanın tapulu malımız olmasını buyuruyor.
Aşk bence, onunla beraber hayattan keyif alıp mutlu olup tüm endişeleri geride bırakacağınız bir sığınak olmalı ama karşınızdaki kişi, başka insanları merak edip başka bedenlere dokunmayı da arzuluyorsa bu yüzden kapıyı bacayı kırıp sinir krizleri geçirmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Gevşeyin, rahat olun biraz. Şu kısacık dünyada kim kime sahip olabilmiş ki siz başka bir insanın bedenini, tenini tapulayıp kendinize mal edebiliyorsunuz? Benim gözümde aşkın tanımı bu tapulama değil. Böyle yaşamak isteyenlere de başarılar dilerim. Elime koca bir kase patlamış mısır alıp ön sıraya oturarak keyifle izliyor olacağım insanların kafalarını duvarlara vura vura ağlamalarını.
Türkiye size ne ifade ediyor? Burası yaşanılacak bir yer, değiştirilecek bir yer ya da kaçılacak bir yer mi? Şu günlerde ülkenin geleceğiyle ve Atatürk devrimlerinin geçerliliğiyle ilgili kaygıları paylaşıyor musunuz?
Yaşanan hiçbir olumsuz gelişmeden, kötüye gidişten, üzerimizde oynanan oyunlardan iktidarları, siyasetçileri, politikacıları, liderleri sorumlu tutmuyorum. Bilakis, mantığını, aklını kullanmayan, hayatını, yaşamını, varlığını ve gördüklerini sorgulamayan insanlarımız yegane sorumludur. Bence Atatürk gibi büyük bir lider başka bir toplumun başına gelseydi o toplum, o ülke şu anda uzayda koloniler kuruyor olurdu.
Oysa biz yarın sabah uzay gemisi inşa edip gemiyi yeni bir koloni kurmak için Omikron Alpha güneş sistemine yollayacak olsak gemiye seçilecek olan kadın mürettebatın yol boyunca erkek mürettebatla bir münasebete kalkışıp namusunu kirletip kirletmeyeceğini tartışmaktan veya uzay gemisinin içinde kıyafetlerini değiştirirken iç çamaşırlarının ve mahrem yerlerinin erkek astronotlara görünme tehlikesinin üzerine konuşmaktan gemiyi yerden havalandıramayız.
Üstelik zaten bu göreve es kaza seçilecek bir kadın astronot olursa da kadının “Ay ben o kadar ışık yılı mesafeyi erkek astronotlarla aynı gemide geçiremem, namusuma laf gelir, bu adamlar azar, kendini kaybeder, benim o pırlanta değerindeki kadınlığıma göz koyarlar.” yaygarasını çıkaracağına eminim. İnsanlığı yok oluştan kurtarmak için uzak bir galakside yeni bir gezegen fethetmeye değil de şehirler arası otobüsle Elazığ’dan Kastamonu’ya giderken “bayan yanına” oturmak istiyor sanki. Bu kafanın değişmesinin kolay olmadığını ve yüzlerce yıl alabileceğini görüyorum. Tabii elalem teknolojide, bilimde, sosyal yaşamda gelişmek için bizi beklemeyecek.
Böyle acıklı bir haldeyiz bence.
Yirmi yaşındaki halinizle bugünkü haliniz arasında hayata bakış açısından ne gibi bir fark görüyorsunuz? Çok hayalperestmişim dediğiniz oluyor mu?
Olmaz mı? Her şeyden önce, öğrencilik dönemimde insanımızın daha çok okuyan, araştıran, sorgulayan, anlamak için çaba harcayan bir karakteri olduğunu düşünürdüm ama kitaplarım yayımlanınca geniş kitlelerle iletişim kurma imkanı buldum ve daha 19 yaşında sıradan bir öğrencinin basitçe yazdığı bir romanı, bir hikayeyi anlamaktan aciz, yazarları roman karakterleri ile özleştirip, karakterlerin diyaloglarını, tavırlarını, düşüncelerini yazarlara mal eden cahil kütlelerin arasında yaşadığımızı anladım.
Üstelik bu gözlemimi 1996’da yapmıştım ama Türkiye’nin anlaması için on yıl daha gerekti. Orhan Pamuk’a, Elif Şafak’a yazdıkları romanlar yüzünden açılan davalarda, yazarların yarattıkları roman karakterleri ile aynı düşünceleri ve söylemleri paylaşmak zorunda olmadığı halka zar zor anlatıldı.
Dolayısıyla, evet, bu insanlara hikayeler anlatıp onlarla kurgunun keyfini yaşamayı hayal ederek çok ileri gitmişim. Televizyonlarımızdaki rekor kıran dizileri, zotrilyar tane satan eşsiz romanlarımızı gördükçe bunu kendime sık sık tekrar ediyorum ama neyse ki hâlâ kitapçılara yeni kitaplarımın gelip gelmediğini soran, e-posta gönderip her romanımı defalarca okumaktan sıkılmadığını anlatan okurlarımla karşılaşıyorum ve aslında herkes için değil, sadece onlar için yazdığımı hatırlayıp kalemimi tekrar elime alıyorum.
İlginiz için Türk E-Dergi adına şimdiden sonsuz teşekkürler.
Sarphan Uzunoğlu
0 yorum:
Yorum Gönder