16 Kasım 2008 Pazar

özgürlük mü dedi biri




kolay gelir yola çıkmak
adım adım uzaklaşmak bilinen topraklardan
her adımda kendini daha hür hisseden beyin
her adımda daha bir yorulur beden
ve özgürlüklerin kolay kazanılmayacağı anlar
gerçek bir insan..


her adımda yaklaştığını hissedersin
ilerleyişin göz bebeklerinden okunur
mutluluğun tutturduğun bir şarkı
bir marş olur
adımlar sıklaşır,çevikleşir beden
genede olmaz! hiç olmadı.
özgür bir insan

özgürlük denilen şey hiç olmadı aslında
hep birşeyler kısıtladı
sınırlarımız, çürümüş bir iple sarılmış
küflenmiş zihinlerin konuşmalarında kaldı
bazen birileri çıktı özgürlük dedi
özgürlük talep ettikleri bile özgür değildi


9 Kasım 2008 Pazar

Mustafa




Mustafa ismi size belki de beş ya da altı ay önce, bu günlerde gündemi oluşturan bir belgesel sonrasında ifade ettiği kadar çok şey ifade etmiyordu. Oysa Mustafa ismi bu toprakların mihenk taşlarından biriydi tarihin her döneminde. Öyle ki Osmanlı Dönemi’nde de şehzade Mustafa döneminde özgürlükle tanışan Anadolu halkı bir başka Mustafa’nın mücadelesiyle özgürlüğün gerçek anlamını benimsemiştir. 1900’lü yılların kaderini değiştiren Mustafa’nın öyküsünü anlatan Can Dündar’ın Mustafa isimli belgeselini incelemenin tam da zamanı sanırım

“Öyle bir dönemden geçiyoruz ki” denerek başlanan film eleştirileri genellikle filmin ideolojik boyutunu inceliyor. Öncelikle bunun bir belgesel olduğunun altını çizmek gerekir. Can Dündar’ın da belirttiği üzere Atatürk’ün not defterleri ve halka henüz açılmamış anılarından yola çıkarak hazırlanan bu belgesel, aldığı akıl almaz eleştirilere rağmen tüm bunları göze almış bir ekip tarafından çekildi. Film bir Komedya NTV projesi ve Sabancı Holding tarafından desteklenmiş. Türkiye’de belgeselciliğin herhangi bir sponsor desteği olmadan yapılmasının imkansızlığı ortada, bunun filmin objektifliğine etki edip etmediği tartışıladursun öncelikle filmi anlatmak gerekiyor.

Film Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğundan başlayan bir dönemi aktarıyor. Ancak filmde Atatürk diğer filmlerde olduğu üzere başkalarının gözünden anlatılmamış. Kısacası ortada Atatürk’ü heykellerinden ve hakkındaki methiyelerden tanıyanların rahatsız olabileceği bir durum var. Böyle bir durumun olmaması zaten bizim gibi sevdiklerini yerin dibine batıran ya da onları anlamayı asla denemeyen bir toplum için oldukça sıradan. Annesinin ikinci evliliğinin Mustafa’yı nasıl etkilediği, mahalle mektebi olarak bize anlatılan okulda yediği dayağı ve hayatı boyunca bu dayağın ona kazandırdığı mantığa bürünmüş ve iyiyi yaratan öfkeyi görüyoruz. Çok bilinen karga kovalama sahnesi tanıtım filminde olduğu üzere filmde yer alıyor; ancak bunun Dört Mevsim tablosu ile bağdaştırılması tam bir zeka örneğiydi. Sinemayla ilgilenenlerin bildiğini düşündüğüm bu boyut değiştirme tekniği uygulanması zor olsa da başarıyla uygulandığında oldukça etkili. Ardından gelen bıyıkları henüz terleyen Mustafa Kemal’in hayatına tanık olmaya başlıyoruz. Manastır Askeri Lisesi yıllarında evinden uzak bir çocuğun yeni geldiği bu yerle ve yepyeni fikirlerle tanışmasını izliyoruz. Aslında sıradan bir lise hayatından pek de farklı olmayan bu dönemde başlayan okuma merakı ve uykusuzluğun hayatına girişine şahit oluyor, belki de aramızdan çoğu devlet adamına göre erken ayrılmasına neden olan rahatsızlıklarına sebep olan şeylerin delikanlılık çağından geldiğini görüyoruz.

Batılı olmak bizim insanımız için her daim bir kibir göstergesidir. Belki de bu filmle ilgili en çok eleştirilecek şey de Atatürk’ün Batı’nın ölü toprağını üstünden atmış kültür ve sanat hayatına, yaşam biçimine olan saygı ve hayranlığıydı. Oysa kültürüyle ve devletiyle (Osmanlı Devleti) övünen ve bir davete Yeniçeri kıyafetiyle gidebilecek kadar vatansever bir adamdan bahsettiğimizi unutmamak gerek. Kendisinin de belirttiği üzere O’nun hayranlığı batıya değil batının kendisini anlatıp saklanmayan yaşam biçiminedir. Filmde yaklaşık elli adet daha evvel görülmemiş fotoğraf yayınlanıyor ki az önce bahsettiğim Yeniçeri kostümü ve hikayesi oldukça hoş ve filmi henüz izlememişler için dikkat etmelerini tavsiye ettiğim bir detay. Mustafa Kemal’in harbiye yıllarında ise o dönemin İttihat ve Terakki Partisi’ne yakınlığı atlanmamış. Açıkçası Atatürk ve arkadaşlarının genç ve demokratik bir Osmanlı hayaliyle yaptıklarının sonucuna kolay ulaşılmış bir emel olduğu söylenemez.

Harbiye’deyken gizli örgüt kurmak suçundan hapse atılıp idamı bekleyen Mustafa Kemal’in sürgün yılları anlatılırken, Şam’da evlat edindiği Abdülrahim’in hikayesine çok yer verilmiyor. Can Dündar Atatürk’ün manevi oğlu hakkında çok şey yazılabileceğini söylemişti ve hatta kendisiyle yaptığı son röportajında Atatürk’ün manevi oğlu da “Bazı sırlar benimle mezara gidecektir.” demekle yetinmişti. Bu tür bir teorinin kanıtlanması oldukça zor olduğundan ve tartışmaları alevlendireceğinden emin olan Dündar bu konuyu filmde irdelemediğini söylüyor. Ardından gelen Şam, Trablusgarp,Diyarbakır, Bükreş ve Viyana günlerinin Mustafa Kemal üzerinde bıraktığı etki ve orada yaptıklarının büyüsüne kapılıyorsunuz. Tam da o sırada Atatürk’ü ne yazık ki putlaştıranların filme yakıştıramadığı bir şeyler oluyor. Mustafa Kemal bir kadına aşk mektubu yazıyor. Bu yüzyılda hala bir liderin aşık olamayacağını düşünen zihniyetin var olması üstelik buna “Onca paşaya mektup yazmak varken neden gidip elin yabancı kadınına mektup yazsın?” şeklinde kalıp bulmaları oldukça ironik. Albay Mustafa Kemal adlı bir filme geldiğini sanan veya şu an bizi dinleyip de bu konuda hala eleştirisi olanlara Atatürk’ün bir android olduğunu düşünenlere de bıyık altından gülmek hariç bir şey kalmıyor elimizde.

Mustafa Kemal’in en büyük kaygılarını görüyoruz bu filmde ki, sonuna doğru bir gövde gösterisine dönüşen yaşamı yazdığı mektuplarda bile bir yarına kalma endişesini beraberinde getiriyor. Atatürk’ü bu duyguya iten hepimizin tarih kitaplarından da okuduğu üzere aynı sıralarda dirsek çürüttüğü aynı cephede savaştığı dostlarının gün olup cumhuriyet kurulunca suikaste varan şekillerde O’nu ortadan kaldırmaya ve her daim karalamaya çalışmalarıydı. Tüm bunları söyleyen filmin en objektif yanı ise Atatürk’ü putlaştırmak yerine o dönemki Atatürk’ü daha iyi yansıtmasıydı sanırım. Öldürme girişiminin olduğu on yıllık dönemde yaşadıkları devrimleri yaptığı dönemdeki cesaretli yaklaşımı Atatürk’e olan saygınızı arttırırken kendinizle hesaplaşmanıza da neden oluyor. Açıkçası ilk kez bir Atatürk kitabı ya da belgeselinde Atatürk’le özdeşleşme fırsatı bulmamız bu ulus için sahip olunması yetmiş yıl gecikmiş gerçek bir mirastır. Yine bu dönemin içinde yer alan Latife Hanım ile evlilikleri ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’in hayatındaki rolü defalarca anlatılmış olmasına rağmen oldukça yürek burktu. Atatürk’ün kısa süren evliliğinin ardından yaşadıkları ise filmin temalarından biri sayılabilecek Ata’nın Yalnızlığı üstüne. Yalnız uyuyan, yalnız uyanan, O’na gerçek adıyla seslenmeyen milyonlarca insanın arasında yapayalnız bir Mustafa Kemal’in portresinin insanları rahatsız etmesi peygamber resimlerinin yaptırılmaması mantığına benziyor. Üstelik Atatürk’ün bu yalnızlığı filmde bir pazarlama stratejisi olarak değil tam aksine filmi riske atmak pahasına kullanılmış. Ülkesini kadını gibi gören ve ondan ayrılmaktan böylesine delice korkan, başka korkuları da olan bir adamın filmi “Mustafa”. Bunu göz ardı etmemek gerekir.

“Beni unutmayınız.” demiş bir liderin yalnızlığı hakkında yazacak çok şey var aslında. Son zamanlarına dek (Savarona’da kaldığı dönem) neredeyse yüz yüze bile bakmadığı can dostlarından Ali Fuat Paşa’yı yanına çağırması, İnönü ile tartıştığı dönemde bile İnönü ile aralarındaki diyalog ve taşıdığı duygusallık açıkçası insanı kalbinden vuruyor. Beraber ölüme gittiği arkadaşlarının ihanetine uğramış bir liderin, hayatımdaki en büyük hatam evlenmek oldu diyen bir liderin, lider olmaktan sıyrılıp yatağa girdiği andaki yalnızlığını anlatmak Türkiye’de yalnızca insani yönü bu kadar yüksek olan Can Dündar’a nasip olabilirdi.

Filmde dönemlere dair görsellerle ilgili can sıkıcı bir ayrıntı da var ki bunu burada belirtmek bile büyük bir utanç. Mustafa Kemal’in evlilik görüntüleri de dahil olmak üzere çoğu görüntü Fransız ve İngiliz arşivlerinden bulunmuş. Bugün Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın katıldığı düğünleri bile baştan sona çeken magazin anlayışının bile zahmet ederek arşivlediği görüntüler söz konusuyken biz Mustafa Kemal’in evliliğinin belgesi olan bu görüntüleri saklamamışız. Türkiye’de Atatürk Müzesi ya da Kütüphanesi olmaması gibi büyük eksiklikler de bu sayede gözümüze çarpıyor. Dünyada faşist diktatörlerin bile tanıtıldığı müze ve kütüphaneler olabilirken bir ulusu ayağa kaldıran adama bürokratik ve siyasi çekişmeler yüzünden bu özeni göstermemek tek kelimeyle vefasızlıktır.

Film vizyona girdikten iki gün sonra ulusal gazetelerde çıkan toplam yüz elli köşe yazısını yazanların yarısının filmi henüz izlemediğini biliyor muydunuz? Türkiye’de belki de en büyük hastalık cehaletin erdem sayılması. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak konusunda yüksek lisans yapmış bir ordu gibiyiz açıkçası. Buyrun size bir köşe yazısı:

“’Mustafa’yı görmedim, görmeye de niyetim yok. bir ‘insan’ olarak, ‘Gerçek Mustafa’ hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren ‘Mustafa’nın simgesel (anlamlar sistemi içindeki) kimliği. benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde kendisine yüklenen kimlikle, Mustafa Kemal olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa'dan haberim bile olmayacaktı, sizlerin de… Bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında ‘gerçek’ bir ‘Mustafa’ yok.”

Bir filmin konusu o ülkenin yetmiş senedir en çok tartışılan insanıyken sırf fikri varmış gibi göstermek adına o insanı yok sayan sözde sevenlerinin ortaya çıkışı oldukça üzücü. Can Dündar’ın filmi yapmak için yola çıkarken üstünde durduğu şey en yalın en gerçek haliyle Mustafa Kemal’di. “Filmin adı neden Mustafa?” sorusu yöneltildiğinde Kemal ve Atatürk’ün O’na sonradan verilen isimler oluşu ve asıl anlattıklarının Zübeyde Hanım’ın oğlu olan Mustafa olduğunu söylüyor. Filmi izleyenler eminim zaafları, korkuları ve ihtiraslarıyla Atatürk’ün içindeki daha doğrusu bizim ona giydirdiğimiz kalıpların içinde sıkışıp kalmış Mustafa’yı daha iyi algılamışlardır. Avrupa’nın hakkımızda ürettiği “Her yerde Atatürk heykelleri var, bir diktatörü kahraman sanıyorlar.” gibi saçma tezlerin ne kadar haksız ve yersiz olduğuna dair bir kanıt Mustafa.

Filmle ilgili en önemli şeylerden biri de bu filme kimlerin emek verdiği. Can Dündar’ın her zaman çalıştığı ekiple hazırladığı bu filmde Atatürk’ü ayrı dönemlerinde altı figüran canlandırıyor. Zaten dışardan görülen Atatürk değil içindeki Mustafa filmin öznesi. Filmde Goran Bregovic’in varlığı ise baştan sona hissediliyor ve yer yer filmin önüne bile geçebiliyor. Balkanlar’da büyümüş bir çocuğu ve O’nun duygularını en iyi anlatabilecek adamı seçmişler belki de. Bregovic belki de bu filmin yaptığı en doğru işlerden biri. Atatürk’ün sofrasına da konuk olan filmde Atatürk’ün sevdiği birkaç şarkıyı dinleyebilirsiniz. Filmin sonundaki şarkıda da eğer filmin içine girebilmişseniz ağlamanız olası. “Yalnız bir çocuk” diyor çünkü.

Özellikle Atatürk’le annesinin ilişkisine parmak basılan görsel ve Zübeyde Hanım’ın ölümüne dair animasyon filmde benim açımdan kopuş noktalarından biriydi. Annesi ile yazışmalarını da filme koyan Can Dündar’a teşekkür etmek sanırım boynumuzun borcu. Anne ile oğlun ilişkisini bu kadar iyi anlatan mektupları bulmak ve “Başarmadan dönme!” diyen bir annenin oğlu olarak Mustafa’yı tanımak bizim için sanırım büyük bir onur oldu.Vahdettin Atatürk ilişkisi ise oldukça ilgi çekici. Atatürk’e bizi sen kurtarabilirsin diyen padişahın günümüzde çok şeyle itham edilmesi de sanırım tarih bilgimizin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Filmden çıkıldığında hissedilenler ise en az film kadar güzel oluyor. Açıkçası filmle ilgili duyduğum en güzel şey “İnsan Atatürk’e sarılmak istiyor.” cümlesiydi. İşte böyle bir film Mustafa. İzlerken kendinizi tarihin tozlu sayfalarının arasında kaybolmuş değil o tarihi yapanlardan birinin not defterinin üstüne gözyaşı damlamış sayfalarının birinden birine zıplarken buluyorsunuz ve Mustafa’yı, insan yönüyle öne çıkan Atatürk’ü her zaman sevdiğinizden daha çok seviyorsunuz.

Atatürk’ü gökten yere indiren bu film belki de O’na sarılmamızın en çok gerektiği bu dönemde, Atatürk’ü daha iyi anlamak ve O’nu duymamız gerektiği için değil anlamamız gerektiği için dinlemek bize ilaç gibi gelecek. Birbirine bu kadar düşman olan bir toplumun en azından varlığını beraber kazandığı bir lidere saygı duruşundan ziyade, O’nla kucaklaşması bu belgesel.

Sesiyle ve yazılarıyla Türkiye’de her daim birilerini etkilemiş olan araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden biri olan Can Dündar’ın gözünden Mustafa’yı henüz izlememiş olanların tarihin tozlu sayfalarından çıkıp en yakın zamanda o sofrada Atatürk’le oturup Mustafa’nın gözlerine bakabilmeleri dileğiyle.

Sarphan Uzunoğlu



8 Kasım 2008 Cumartesi

Sanatta Şeytan Sol'un Neresinde?

Güç dayanılmaz bir esarettir aslında. Bu esareti tadanlar her daim köleleşmeye mahkumdurlar. İdeolojilerinin, egolarının köleleri olmaya mahkum insanlar. Buna bir zavallılık deyip geçmek oldukça masum ve safça olacaktır. Sol tarihinde köleleşenlere rastlasa da bu köleleşmeyi reddeden gerçek liderlere de ev sahipliği yapmış bir düşüncedir.

Emeğin, eşitliğin, özgürlüğün ve sermayenin değil aklın öncülüğünün bu denli önde olduğu bir ideolojiler yumağı daha bulmak zordur. Elbette Sol'un yanlış yorumları Sol'un senelerce sendelemesine yol açmıştır. Solun yanlış seçimleri ve aldanışları da olmuştur ancak özellikle sanat alanındaki Sol'un ve Sol'a gönül verenlerin yaratıcı ve bağımsız tutumları bile Sol'a saygı duymak için yeterli sebeptir.

Vladimir İlyiç Lenin "Özel mülkiyetin olduğu bir toplumda sanatçı pazara göre yapıt üretir, müşterilere ihtiyaç vardır. Bizim devrimimiz sanatçılar üzerindeki bu baskıyı kaldırdı." derken sanki 21. Yüzyıl'ın sponsorlu bol kapitalli tiyatrolarından ve filmlerinden haberdar gibiydi. İşte tüm bunların ışığında SOL bahsedildiği gibi sanatla ilişkisini her ne kadar dönem dönem muhalefete karşı kısıtlamışsa hiçbir şey Ferhan Şensoy'un Şan Tiyatrosu'nu yakmaya çalışanların zavallılığıyla boy ölçüşemez.

Sol'un sanata ve hayata bakışını deşmeye devam edeceğiz.

İzmir Yenikapı Tiyatrosu

İzmir Yenikapı Tiyatrosu'nun "Hayat Güzeldir" isimli Çehov ve Aziz Nesin oyunlarından oluşan gösterilerine gidişimin ardından bu tiyatroyu tanıtmamak haksızlık olur diye düşündüm.

Web siteleri: http://yenikapi.googlepages.com/

Hayat Güzeldir'de önceden bildiğimiz oyunları bambaşka şekilde yorumlayıp oyunculuklarıyla çok şey veren arkadaşlarımızı izleyelim.

5 Kasım 2008 Çarşamba

SIRADA OBAMA'NIN SEÇİMİ VAR


Milyonlarca Amerikalı dünyanın önümüzdeki 4 yılda yaşayacaklarının haritasını çizmek üzere sandık başına gitti. Slogan'ı mümkün bir değişim olan adamı, bir siyahı seçerek şekli olarak da olsa umut veren bir seçime imza attılar.

Bu seçimin sonuçlarını önümüzdeki dönemde yaşayarak görecek olsak bile burada seçimin Obama ve Bürokratlarına kaldığı gerçeği hiçbir şeyce değiştirilemez. Elbette Amerika savaş dinamikleri üzerinde yürüyen sistemin ne kadar boktan olduğunu anladı; ancak McCain'e oy veren azımsanamaz kitleyi de gözden kaçırmamak gerekir. Taraflardan herhangi birini desteklemek Eski Amerika ile Yeni Amerika arasında yapılan bir seçimdi belki de.

Bu seçimi Obama'dan yana kullanan Amerikan halkı bizim ırkçı arkadaşlarımızı rahatsız edecek bir sonuca katkıda bulunmuş olabilir elbette. Ermeni Sorunu ve Kıbrıs İşgali gibi mevzularda başımızın ağrıyabileceği bir döneme girebiliriz.

3 Kasım 2008 Pazartesi

OBAMA Geliyor Mu?


Dünya Obama'nın bahsettiği değişimden önce büyük ekonomik buhranın etkisine girmiş halde. ABD'de başkanlık seçimlerinin başlamasına 24 saat kala komplo teorileriyle anketlerin yanıltıcılığıyla ilgili bir çok yazı yayınlanırken bekleyiş iyice stresli hale geliyor ve OBAMA taraftarları de gerilmeye başlıyor.

Reuters Obama %50 McCain %44 derken, Rasmussen %52 Obama ve %46 McCain sonucuna varılacağını söylüyor. McCain destekçileri her ne kadar şimdilik anketlere inanmaz gibi gözükseler de yenilgiyi kabul etmeleri pek de akıldışı gözükmüyor.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Memleket,Mustafa ve Kasım

Bir Kasım daha geldi. Bu ayın bu kadar çok anlamı bir arada içermesi meselesini ne yapacağız dostlar? Kasım... Bir umudun soluşu ve bir mücadelenin başlangıcı gibi. Neler olmuş bu ayda? 70 yıl önce Mustafa Kemal gitmiş. Ölmekle gitmek arasında bir fark vardır. Hala buralarda sevenleriniz bir şeyler yapmanızı bekleyenleriniz varsa siz gitmişsinizdir. Size olan bu şeye "ölmek!" denmesi büyük bir haksızlıktır.

Hakkınızda söylenecek en güzel şey de en kötü şey de "Ölmedi, yüreğimde yaşıyor" olabilir. Hangi yüreklerde ne kadar anlaşılarak yaşadığınız önemlidir. Öldüğümde birkaç kişi beni okumuş olsa bile beni mutlu eder diyemem. Bu insanlar ne almış nerden almış, derim. Kürt ve Ermeni konulu yazılar yazdım şu son dönemde. Onları, halklarını ve haklarını korumak zor bir iş Türkiye'de. Türkiye zor bir ülke. Sınırları olmayan bir dünyaya inansanızda bu ülkedeyseniz bu ülkenin dogmalarına takılmanız bekleniyor.

Oysa bir ülkeyi sevmek o ülkeyi tüm hatalarına rağmen sevmek olmamalı. Ülkeler kadınlar gibi değildir. Hatalarında diretmek yerine onlardan dönmek zorundadırlar. "Dönemeyeceğimiz o kadar çok hata yaptık ki biz" demeyeceğim elbette. En büyük hatayı Kasım'da yaptık biz. Her Kasım'da da yapıyoruz. Bu ayda bir devrimi, yaşaması bile devrim olan adamı üzüyoruz belki de habersizce.

O'nun çağının ilerisindeki fikirleri de (dönemi şartlarında uğrunda can verilesi bugün ise biraz daha modernleştirilmesi gereken) onunla birlikte gömülmüş gibi ağlıyoruz. 60,70,80 ile başlayan yıllar bu ülke için Kemalizm adına yapılanlarla kirletilen dönemler oldu. Oysa kemalizm'den ziyade önemli olan CUMHURİYET'ti her anlamda.

Biz onu muhafaza etmeden çatışarak, savaşarak büyüdük.

Solcusu, sağcısı, liberali doğal olarak var olana şans vermedik ve geri dönüşü olmayan daha doğrusu olması imkansız bir yola girdik. Temeli atanlara saygısızlık ettik. SAĞ'ın yaptığını SOL, SOL'un yaptığını SAĞ yıktı.

Elimizde bunca yıl sonra kala kala "Mustafa" diye masum olduğuna inandığım bir film kaldı. Bu filmi masum olan, Kemalizm'in, Din'in, Chp'nin,AKP'nin varlığından uzakta bir yerde o mahallede izleyin.

Biz birbirimizi kırarken aslında Türkiye denen bu koca yuvanın Aile Reisi'ni kırdık.

Garip, her çocuk biraz yaramazdır bu ülkede; ama kimse üvey evlat değildir. Masaya getirilen ekmekte de ette de herkesin hakkı birdi ve rakıyı her gün babanın çocuklarından herhangi biri getirirdi.

Ne gerek var şimdi en sevilen çocuk olmaya çalışmaya, baba gitmişken ve dönmeyecekken.

Maksat aileyi bir arada tutmak.

Unutmamak lazım.

 
Elegant de BlogMundi