16 Kasım 2008 Pazar

özgürlük mü dedi biri




kolay gelir yola çıkmak
adım adım uzaklaşmak bilinen topraklardan
her adımda kendini daha hür hisseden beyin
her adımda daha bir yorulur beden
ve özgürlüklerin kolay kazanılmayacağı anlar
gerçek bir insan..


her adımda yaklaştığını hissedersin
ilerleyişin göz bebeklerinden okunur
mutluluğun tutturduğun bir şarkı
bir marş olur
adımlar sıklaşır,çevikleşir beden
genede olmaz! hiç olmadı.
özgür bir insan

özgürlük denilen şey hiç olmadı aslında
hep birşeyler kısıtladı
sınırlarımız, çürümüş bir iple sarılmış
küflenmiş zihinlerin konuşmalarında kaldı
bazen birileri çıktı özgürlük dedi
özgürlük talep ettikleri bile özgür değildi


9 Kasım 2008 Pazar

Mustafa




Mustafa ismi size belki de beş ya da altı ay önce, bu günlerde gündemi oluşturan bir belgesel sonrasında ifade ettiği kadar çok şey ifade etmiyordu. Oysa Mustafa ismi bu toprakların mihenk taşlarından biriydi tarihin her döneminde. Öyle ki Osmanlı Dönemi’nde de şehzade Mustafa döneminde özgürlükle tanışan Anadolu halkı bir başka Mustafa’nın mücadelesiyle özgürlüğün gerçek anlamını benimsemiştir. 1900’lü yılların kaderini değiştiren Mustafa’nın öyküsünü anlatan Can Dündar’ın Mustafa isimli belgeselini incelemenin tam da zamanı sanırım

“Öyle bir dönemden geçiyoruz ki” denerek başlanan film eleştirileri genellikle filmin ideolojik boyutunu inceliyor. Öncelikle bunun bir belgesel olduğunun altını çizmek gerekir. Can Dündar’ın da belirttiği üzere Atatürk’ün not defterleri ve halka henüz açılmamış anılarından yola çıkarak hazırlanan bu belgesel, aldığı akıl almaz eleştirilere rağmen tüm bunları göze almış bir ekip tarafından çekildi. Film bir Komedya NTV projesi ve Sabancı Holding tarafından desteklenmiş. Türkiye’de belgeselciliğin herhangi bir sponsor desteği olmadan yapılmasının imkansızlığı ortada, bunun filmin objektifliğine etki edip etmediği tartışıladursun öncelikle filmi anlatmak gerekiyor.

Film Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluğundan başlayan bir dönemi aktarıyor. Ancak filmde Atatürk diğer filmlerde olduğu üzere başkalarının gözünden anlatılmamış. Kısacası ortada Atatürk’ü heykellerinden ve hakkındaki methiyelerden tanıyanların rahatsız olabileceği bir durum var. Böyle bir durumun olmaması zaten bizim gibi sevdiklerini yerin dibine batıran ya da onları anlamayı asla denemeyen bir toplum için oldukça sıradan. Annesinin ikinci evliliğinin Mustafa’yı nasıl etkilediği, mahalle mektebi olarak bize anlatılan okulda yediği dayağı ve hayatı boyunca bu dayağın ona kazandırdığı mantığa bürünmüş ve iyiyi yaratan öfkeyi görüyoruz. Çok bilinen karga kovalama sahnesi tanıtım filminde olduğu üzere filmde yer alıyor; ancak bunun Dört Mevsim tablosu ile bağdaştırılması tam bir zeka örneğiydi. Sinemayla ilgilenenlerin bildiğini düşündüğüm bu boyut değiştirme tekniği uygulanması zor olsa da başarıyla uygulandığında oldukça etkili. Ardından gelen bıyıkları henüz terleyen Mustafa Kemal’in hayatına tanık olmaya başlıyoruz. Manastır Askeri Lisesi yıllarında evinden uzak bir çocuğun yeni geldiği bu yerle ve yepyeni fikirlerle tanışmasını izliyoruz. Aslında sıradan bir lise hayatından pek de farklı olmayan bu dönemde başlayan okuma merakı ve uykusuzluğun hayatına girişine şahit oluyor, belki de aramızdan çoğu devlet adamına göre erken ayrılmasına neden olan rahatsızlıklarına sebep olan şeylerin delikanlılık çağından geldiğini görüyoruz.

Batılı olmak bizim insanımız için her daim bir kibir göstergesidir. Belki de bu filmle ilgili en çok eleştirilecek şey de Atatürk’ün Batı’nın ölü toprağını üstünden atmış kültür ve sanat hayatına, yaşam biçimine olan saygı ve hayranlığıydı. Oysa kültürüyle ve devletiyle (Osmanlı Devleti) övünen ve bir davete Yeniçeri kıyafetiyle gidebilecek kadar vatansever bir adamdan bahsettiğimizi unutmamak gerek. Kendisinin de belirttiği üzere O’nun hayranlığı batıya değil batının kendisini anlatıp saklanmayan yaşam biçiminedir. Filmde yaklaşık elli adet daha evvel görülmemiş fotoğraf yayınlanıyor ki az önce bahsettiğim Yeniçeri kostümü ve hikayesi oldukça hoş ve filmi henüz izlememişler için dikkat etmelerini tavsiye ettiğim bir detay. Mustafa Kemal’in harbiye yıllarında ise o dönemin İttihat ve Terakki Partisi’ne yakınlığı atlanmamış. Açıkçası Atatürk ve arkadaşlarının genç ve demokratik bir Osmanlı hayaliyle yaptıklarının sonucuna kolay ulaşılmış bir emel olduğu söylenemez.

Harbiye’deyken gizli örgüt kurmak suçundan hapse atılıp idamı bekleyen Mustafa Kemal’in sürgün yılları anlatılırken, Şam’da evlat edindiği Abdülrahim’in hikayesine çok yer verilmiyor. Can Dündar Atatürk’ün manevi oğlu hakkında çok şey yazılabileceğini söylemişti ve hatta kendisiyle yaptığı son röportajında Atatürk’ün manevi oğlu da “Bazı sırlar benimle mezara gidecektir.” demekle yetinmişti. Bu tür bir teorinin kanıtlanması oldukça zor olduğundan ve tartışmaları alevlendireceğinden emin olan Dündar bu konuyu filmde irdelemediğini söylüyor. Ardından gelen Şam, Trablusgarp,Diyarbakır, Bükreş ve Viyana günlerinin Mustafa Kemal üzerinde bıraktığı etki ve orada yaptıklarının büyüsüne kapılıyorsunuz. Tam da o sırada Atatürk’ü ne yazık ki putlaştıranların filme yakıştıramadığı bir şeyler oluyor. Mustafa Kemal bir kadına aşk mektubu yazıyor. Bu yüzyılda hala bir liderin aşık olamayacağını düşünen zihniyetin var olması üstelik buna “Onca paşaya mektup yazmak varken neden gidip elin yabancı kadınına mektup yazsın?” şeklinde kalıp bulmaları oldukça ironik. Albay Mustafa Kemal adlı bir filme geldiğini sanan veya şu an bizi dinleyip de bu konuda hala eleştirisi olanlara Atatürk’ün bir android olduğunu düşünenlere de bıyık altından gülmek hariç bir şey kalmıyor elimizde.

Mustafa Kemal’in en büyük kaygılarını görüyoruz bu filmde ki, sonuna doğru bir gövde gösterisine dönüşen yaşamı yazdığı mektuplarda bile bir yarına kalma endişesini beraberinde getiriyor. Atatürk’ü bu duyguya iten hepimizin tarih kitaplarından da okuduğu üzere aynı sıralarda dirsek çürüttüğü aynı cephede savaştığı dostlarının gün olup cumhuriyet kurulunca suikaste varan şekillerde O’nu ortadan kaldırmaya ve her daim karalamaya çalışmalarıydı. Tüm bunları söyleyen filmin en objektif yanı ise Atatürk’ü putlaştırmak yerine o dönemki Atatürk’ü daha iyi yansıtmasıydı sanırım. Öldürme girişiminin olduğu on yıllık dönemde yaşadıkları devrimleri yaptığı dönemdeki cesaretli yaklaşımı Atatürk’e olan saygınızı arttırırken kendinizle hesaplaşmanıza da neden oluyor. Açıkçası ilk kez bir Atatürk kitabı ya da belgeselinde Atatürk’le özdeşleşme fırsatı bulmamız bu ulus için sahip olunması yetmiş yıl gecikmiş gerçek bir mirastır. Yine bu dönemin içinde yer alan Latife Hanım ile evlilikleri ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’in hayatındaki rolü defalarca anlatılmış olmasına rağmen oldukça yürek burktu. Atatürk’ün kısa süren evliliğinin ardından yaşadıkları ise filmin temalarından biri sayılabilecek Ata’nın Yalnızlığı üstüne. Yalnız uyuyan, yalnız uyanan, O’na gerçek adıyla seslenmeyen milyonlarca insanın arasında yapayalnız bir Mustafa Kemal’in portresinin insanları rahatsız etmesi peygamber resimlerinin yaptırılmaması mantığına benziyor. Üstelik Atatürk’ün bu yalnızlığı filmde bir pazarlama stratejisi olarak değil tam aksine filmi riske atmak pahasına kullanılmış. Ülkesini kadını gibi gören ve ondan ayrılmaktan böylesine delice korkan, başka korkuları da olan bir adamın filmi “Mustafa”. Bunu göz ardı etmemek gerekir.

“Beni unutmayınız.” demiş bir liderin yalnızlığı hakkında yazacak çok şey var aslında. Son zamanlarına dek (Savarona’da kaldığı dönem) neredeyse yüz yüze bile bakmadığı can dostlarından Ali Fuat Paşa’yı yanına çağırması, İnönü ile tartıştığı dönemde bile İnönü ile aralarındaki diyalog ve taşıdığı duygusallık açıkçası insanı kalbinden vuruyor. Beraber ölüme gittiği arkadaşlarının ihanetine uğramış bir liderin, hayatımdaki en büyük hatam evlenmek oldu diyen bir liderin, lider olmaktan sıyrılıp yatağa girdiği andaki yalnızlığını anlatmak Türkiye’de yalnızca insani yönü bu kadar yüksek olan Can Dündar’a nasip olabilirdi.

Filmde dönemlere dair görsellerle ilgili can sıkıcı bir ayrıntı da var ki bunu burada belirtmek bile büyük bir utanç. Mustafa Kemal’in evlilik görüntüleri de dahil olmak üzere çoğu görüntü Fransız ve İngiliz arşivlerinden bulunmuş. Bugün Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın katıldığı düğünleri bile baştan sona çeken magazin anlayışının bile zahmet ederek arşivlediği görüntüler söz konusuyken biz Mustafa Kemal’in evliliğinin belgesi olan bu görüntüleri saklamamışız. Türkiye’de Atatürk Müzesi ya da Kütüphanesi olmaması gibi büyük eksiklikler de bu sayede gözümüze çarpıyor. Dünyada faşist diktatörlerin bile tanıtıldığı müze ve kütüphaneler olabilirken bir ulusu ayağa kaldıran adama bürokratik ve siyasi çekişmeler yüzünden bu özeni göstermemek tek kelimeyle vefasızlıktır.

Film vizyona girdikten iki gün sonra ulusal gazetelerde çıkan toplam yüz elli köşe yazısını yazanların yarısının filmi henüz izlemediğini biliyor muydunuz? Türkiye’de belki de en büyük hastalık cehaletin erdem sayılması. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak konusunda yüksek lisans yapmış bir ordu gibiyiz açıkçası. Buyrun size bir köşe yazısı:

“’Mustafa’yı görmedim, görmeye de niyetim yok. bir ‘insan’ olarak, ‘Gerçek Mustafa’ hiç ilgimi çekmiyor. Beni ilgilendiren ‘Mustafa’nın simgesel (anlamlar sistemi içindeki) kimliği. benim anlamlar sistemime bu kimliğiyle, belli bir tarih yorumu içinde kendisine yüklenen kimlikle, Mustafa Kemal olarak girdi. Bu kimliği olmasaydı Mustafa'dan haberim bile olmayacaktı, sizlerin de… Bu yüzden benim için (sizin için de) bu anlamlar sistemi içindeki varlığı dışında ‘gerçek’ bir ‘Mustafa’ yok.”

Bir filmin konusu o ülkenin yetmiş senedir en çok tartışılan insanıyken sırf fikri varmış gibi göstermek adına o insanı yok sayan sözde sevenlerinin ortaya çıkışı oldukça üzücü. Can Dündar’ın filmi yapmak için yola çıkarken üstünde durduğu şey en yalın en gerçek haliyle Mustafa Kemal’di. “Filmin adı neden Mustafa?” sorusu yöneltildiğinde Kemal ve Atatürk’ün O’na sonradan verilen isimler oluşu ve asıl anlattıklarının Zübeyde Hanım’ın oğlu olan Mustafa olduğunu söylüyor. Filmi izleyenler eminim zaafları, korkuları ve ihtiraslarıyla Atatürk’ün içindeki daha doğrusu bizim ona giydirdiğimiz kalıpların içinde sıkışıp kalmış Mustafa’yı daha iyi algılamışlardır. Avrupa’nın hakkımızda ürettiği “Her yerde Atatürk heykelleri var, bir diktatörü kahraman sanıyorlar.” gibi saçma tezlerin ne kadar haksız ve yersiz olduğuna dair bir kanıt Mustafa.

Filmle ilgili en önemli şeylerden biri de bu filme kimlerin emek verdiği. Can Dündar’ın her zaman çalıştığı ekiple hazırladığı bu filmde Atatürk’ü ayrı dönemlerinde altı figüran canlandırıyor. Zaten dışardan görülen Atatürk değil içindeki Mustafa filmin öznesi. Filmde Goran Bregovic’in varlığı ise baştan sona hissediliyor ve yer yer filmin önüne bile geçebiliyor. Balkanlar’da büyümüş bir çocuğu ve O’nun duygularını en iyi anlatabilecek adamı seçmişler belki de. Bregovic belki de bu filmin yaptığı en doğru işlerden biri. Atatürk’ün sofrasına da konuk olan filmde Atatürk’ün sevdiği birkaç şarkıyı dinleyebilirsiniz. Filmin sonundaki şarkıda da eğer filmin içine girebilmişseniz ağlamanız olası. “Yalnız bir çocuk” diyor çünkü.

Özellikle Atatürk’le annesinin ilişkisine parmak basılan görsel ve Zübeyde Hanım’ın ölümüne dair animasyon filmde benim açımdan kopuş noktalarından biriydi. Annesi ile yazışmalarını da filme koyan Can Dündar’a teşekkür etmek sanırım boynumuzun borcu. Anne ile oğlun ilişkisini bu kadar iyi anlatan mektupları bulmak ve “Başarmadan dönme!” diyen bir annenin oğlu olarak Mustafa’yı tanımak bizim için sanırım büyük bir onur oldu.Vahdettin Atatürk ilişkisi ise oldukça ilgi çekici. Atatürk’e bizi sen kurtarabilirsin diyen padişahın günümüzde çok şeyle itham edilmesi de sanırım tarih bilgimizin eksikliğinden kaynaklanıyor.

Filmden çıkıldığında hissedilenler ise en az film kadar güzel oluyor. Açıkçası filmle ilgili duyduğum en güzel şey “İnsan Atatürk’e sarılmak istiyor.” cümlesiydi. İşte böyle bir film Mustafa. İzlerken kendinizi tarihin tozlu sayfalarının arasında kaybolmuş değil o tarihi yapanlardan birinin not defterinin üstüne gözyaşı damlamış sayfalarının birinden birine zıplarken buluyorsunuz ve Mustafa’yı, insan yönüyle öne çıkan Atatürk’ü her zaman sevdiğinizden daha çok seviyorsunuz.

Atatürk’ü gökten yere indiren bu film belki de O’na sarılmamızın en çok gerektiği bu dönemde, Atatürk’ü daha iyi anlamak ve O’nu duymamız gerektiği için değil anlamamız gerektiği için dinlemek bize ilaç gibi gelecek. Birbirine bu kadar düşman olan bir toplumun en azından varlığını beraber kazandığı bir lidere saygı duruşundan ziyade, O’nla kucaklaşması bu belgesel.

Sesiyle ve yazılarıyla Türkiye’de her daim birilerini etkilemiş olan araştırmacı gazeteciliğin öncülerinden biri olan Can Dündar’ın gözünden Mustafa’yı henüz izlememiş olanların tarihin tozlu sayfalarından çıkıp en yakın zamanda o sofrada Atatürk’le oturup Mustafa’nın gözlerine bakabilmeleri dileğiyle.

Sarphan Uzunoğlu



8 Kasım 2008 Cumartesi

Sanatta Şeytan Sol'un Neresinde?

Güç dayanılmaz bir esarettir aslında. Bu esareti tadanlar her daim köleleşmeye mahkumdurlar. İdeolojilerinin, egolarının köleleri olmaya mahkum insanlar. Buna bir zavallılık deyip geçmek oldukça masum ve safça olacaktır. Sol tarihinde köleleşenlere rastlasa da bu köleleşmeyi reddeden gerçek liderlere de ev sahipliği yapmış bir düşüncedir.

Emeğin, eşitliğin, özgürlüğün ve sermayenin değil aklın öncülüğünün bu denli önde olduğu bir ideolojiler yumağı daha bulmak zordur. Elbette Sol'un yanlış yorumları Sol'un senelerce sendelemesine yol açmıştır. Solun yanlış seçimleri ve aldanışları da olmuştur ancak özellikle sanat alanındaki Sol'un ve Sol'a gönül verenlerin yaratıcı ve bağımsız tutumları bile Sol'a saygı duymak için yeterli sebeptir.

Vladimir İlyiç Lenin "Özel mülkiyetin olduğu bir toplumda sanatçı pazara göre yapıt üretir, müşterilere ihtiyaç vardır. Bizim devrimimiz sanatçılar üzerindeki bu baskıyı kaldırdı." derken sanki 21. Yüzyıl'ın sponsorlu bol kapitalli tiyatrolarından ve filmlerinden haberdar gibiydi. İşte tüm bunların ışığında SOL bahsedildiği gibi sanatla ilişkisini her ne kadar dönem dönem muhalefete karşı kısıtlamışsa hiçbir şey Ferhan Şensoy'un Şan Tiyatrosu'nu yakmaya çalışanların zavallılığıyla boy ölçüşemez.

Sol'un sanata ve hayata bakışını deşmeye devam edeceğiz.

İzmir Yenikapı Tiyatrosu

İzmir Yenikapı Tiyatrosu'nun "Hayat Güzeldir" isimli Çehov ve Aziz Nesin oyunlarından oluşan gösterilerine gidişimin ardından bu tiyatroyu tanıtmamak haksızlık olur diye düşündüm.

Web siteleri: http://yenikapi.googlepages.com/

Hayat Güzeldir'de önceden bildiğimiz oyunları bambaşka şekilde yorumlayıp oyunculuklarıyla çok şey veren arkadaşlarımızı izleyelim.

5 Kasım 2008 Çarşamba

SIRADA OBAMA'NIN SEÇİMİ VAR


Milyonlarca Amerikalı dünyanın önümüzdeki 4 yılda yaşayacaklarının haritasını çizmek üzere sandık başına gitti. Slogan'ı mümkün bir değişim olan adamı, bir siyahı seçerek şekli olarak da olsa umut veren bir seçime imza attılar.

Bu seçimin sonuçlarını önümüzdeki dönemde yaşayarak görecek olsak bile burada seçimin Obama ve Bürokratlarına kaldığı gerçeği hiçbir şeyce değiştirilemez. Elbette Amerika savaş dinamikleri üzerinde yürüyen sistemin ne kadar boktan olduğunu anladı; ancak McCain'e oy veren azımsanamaz kitleyi de gözden kaçırmamak gerekir. Taraflardan herhangi birini desteklemek Eski Amerika ile Yeni Amerika arasında yapılan bir seçimdi belki de.

Bu seçimi Obama'dan yana kullanan Amerikan halkı bizim ırkçı arkadaşlarımızı rahatsız edecek bir sonuca katkıda bulunmuş olabilir elbette. Ermeni Sorunu ve Kıbrıs İşgali gibi mevzularda başımızın ağrıyabileceği bir döneme girebiliriz.

3 Kasım 2008 Pazartesi

OBAMA Geliyor Mu?


Dünya Obama'nın bahsettiği değişimden önce büyük ekonomik buhranın etkisine girmiş halde. ABD'de başkanlık seçimlerinin başlamasına 24 saat kala komplo teorileriyle anketlerin yanıltıcılığıyla ilgili bir çok yazı yayınlanırken bekleyiş iyice stresli hale geliyor ve OBAMA taraftarları de gerilmeye başlıyor.

Reuters Obama %50 McCain %44 derken, Rasmussen %52 Obama ve %46 McCain sonucuna varılacağını söylüyor. McCain destekçileri her ne kadar şimdilik anketlere inanmaz gibi gözükseler de yenilgiyi kabul etmeleri pek de akıldışı gözükmüyor.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Memleket,Mustafa ve Kasım

Bir Kasım daha geldi. Bu ayın bu kadar çok anlamı bir arada içermesi meselesini ne yapacağız dostlar? Kasım... Bir umudun soluşu ve bir mücadelenin başlangıcı gibi. Neler olmuş bu ayda? 70 yıl önce Mustafa Kemal gitmiş. Ölmekle gitmek arasında bir fark vardır. Hala buralarda sevenleriniz bir şeyler yapmanızı bekleyenleriniz varsa siz gitmişsinizdir. Size olan bu şeye "ölmek!" denmesi büyük bir haksızlıktır.

Hakkınızda söylenecek en güzel şey de en kötü şey de "Ölmedi, yüreğimde yaşıyor" olabilir. Hangi yüreklerde ne kadar anlaşılarak yaşadığınız önemlidir. Öldüğümde birkaç kişi beni okumuş olsa bile beni mutlu eder diyemem. Bu insanlar ne almış nerden almış, derim. Kürt ve Ermeni konulu yazılar yazdım şu son dönemde. Onları, halklarını ve haklarını korumak zor bir iş Türkiye'de. Türkiye zor bir ülke. Sınırları olmayan bir dünyaya inansanızda bu ülkedeyseniz bu ülkenin dogmalarına takılmanız bekleniyor.

Oysa bir ülkeyi sevmek o ülkeyi tüm hatalarına rağmen sevmek olmamalı. Ülkeler kadınlar gibi değildir. Hatalarında diretmek yerine onlardan dönmek zorundadırlar. "Dönemeyeceğimiz o kadar çok hata yaptık ki biz" demeyeceğim elbette. En büyük hatayı Kasım'da yaptık biz. Her Kasım'da da yapıyoruz. Bu ayda bir devrimi, yaşaması bile devrim olan adamı üzüyoruz belki de habersizce.

O'nun çağının ilerisindeki fikirleri de (dönemi şartlarında uğrunda can verilesi bugün ise biraz daha modernleştirilmesi gereken) onunla birlikte gömülmüş gibi ağlıyoruz. 60,70,80 ile başlayan yıllar bu ülke için Kemalizm adına yapılanlarla kirletilen dönemler oldu. Oysa kemalizm'den ziyade önemli olan CUMHURİYET'ti her anlamda.

Biz onu muhafaza etmeden çatışarak, savaşarak büyüdük.

Solcusu, sağcısı, liberali doğal olarak var olana şans vermedik ve geri dönüşü olmayan daha doğrusu olması imkansız bir yola girdik. Temeli atanlara saygısızlık ettik. SAĞ'ın yaptığını SOL, SOL'un yaptığını SAĞ yıktı.

Elimizde bunca yıl sonra kala kala "Mustafa" diye masum olduğuna inandığım bir film kaldı. Bu filmi masum olan, Kemalizm'in, Din'in, Chp'nin,AKP'nin varlığından uzakta bir yerde o mahallede izleyin.

Biz birbirimizi kırarken aslında Türkiye denen bu koca yuvanın Aile Reisi'ni kırdık.

Garip, her çocuk biraz yaramazdır bu ülkede; ama kimse üvey evlat değildir. Masaya getirilen ekmekte de ette de herkesin hakkı birdi ve rakıyı her gün babanın çocuklarından herhangi biri getirirdi.

Ne gerek var şimdi en sevilen çocuk olmaya çalışmaya, baba gitmişken ve dönmeyecekken.

Maksat aileyi bir arada tutmak.

Unutmamak lazım.

31 Ekim 2008 Cuma

Küçük İskender'den Hrant'a


"yattim yere bakıyorum toprağın hisli eşitliğine
sular sınırı pasaportsuz geçer
asıl azınlık yeryüzünün kendisidir
tek millet, gökyüzüdür yürekli düşünüldüğünde"

Küçük İskender'den Hrant Dink İçin

Perihan Medyanın Neresinde ?


Perihan Mağden'i hepimiz tanıyoruz. "Dekoltemanyak kemalistler.", "Bir Kemalist yerine dinciyle tüm hayatımı geçirmeyi tercih ederim." gibi müthiş tespitleriyle Kemalizm'i çökertmiş, dizinde sektirmiş ablamız (!) son yazısında Haluk Şahin'i okuyan beni okumasın demeye getirmiş, yerel bir yazar ya da bir blog yazarıymışçasına okurlarını kovmaya çalışmış.


Bunla ilgili Tehlikeli Bölge'de bir yazı yazmıştım; ancak yetmedi diye düşünerek bu yeni yazıyı kaleme alıyorum: "Perihan Medyanın Neresinde?"

İlk olarak Perihan Mağden'i tanıyalım dedim. Beş altı resmi dışında resmine ulaşamadığımdan nadir olarak çenesine elini koymadığı bir fotoğraf bulup onu sizle paylaştım. Normal şartlar altında bu entel pozdan vazgeçmeyen ablamızı bugün konumlandıracağız.

Perihan Mağden Cihangir Enteli diyebileceğimiz kesmin hastası olduğunu söyleyebileceğimiz garip bir tiptir. Genellikle kemalistlerden ve şeriatçılardan yakınan (son dönemde onları kollamalarına rağmen) bu kesimin öncülerinden sayabileceğimiz PM Aydın Doğan'ın Radikal isimli gazetesinde en arka sayfada kendine yer bulmaktadır.

Kendine ait bir okur kitlesi de olan PM, özellikle 301 , Askerlikten Soğutma, Kürt Mücadelesi gibi çeşitli başlıklarla gündeme gelmişti.

Faşizme ve statüko'ya karşı sert tavrıyla beğeni toplayan Mağden'i özellikle liberal sol kesimin sevdiğini söyleyebiliriz.

Peki bu kesimde "kucaklama havası" hakim midir?

Özellikle Türkiye'de basın açısından çok şey değiştiren Taraf gibi gazetelerin en azından tutumlarında samimi oluşları örnek alınasıdır. Bu kitle içinse (liberal solcular) kesin bir tespit yapmak neredeyse mümkün değildir.

Perihan Mağden ise tüm bu tutuma sahip olan yazarların aksine faşistleşmektedir. Aşağılama ve nefret belirtileri taşıyan yazılarını savunduğu ve okuyun dediği Vakit yazarlarının belleğinden çaldığını tahmin ettiğim Mağden, bir iki kez gökdelenden düşerse kendine gelir gibime geliyor.

Hüseyin Üzmez: İslam'ın Kılıcı Neresinde?


hüseyin üzmez bir çocuğun cinsel istismarı suçuyla yargılandığı mahkemece tahliye edildi. bunu muhtemelen hepimiz biliyoruz. bilmesek de e tipi cezaevinden çıkarken kurduğu "içerde hacda gibi yaşadım" cümlesine değil de bu homo erektus'un (erekte kökünden gelişine dikiz) türkiye cumhuriyeti sokaklarında dolaşacak olmasının cumhuriyet bayramı'nın hemen öncesine denk gelişine dikkat edin.

çok eleştirdikleri tecavüzcüleri saldığını söyledikleri rahşan affı bile bu kişiye özel çeşitli katakullilerle gerçekleştirilmiş affın (tahliye!) izini silebileceğini düşünmüyorum. "öğretmenimin vurduğu yerde gül biter." hastalıklı mantığı şeriatçı ,dinci ,neoliberal , yobaz zihniyetlere yanlış yansımış: "ustamın tohumlarını boşalttığı toprağa nur iner." gibi bir şey olmuştur muhtemelen. her yere baktım, tüm sözlükler, internet siteleri, gazeteler isyan halinde. hannibal'dan bile tehlikeli 70 yaşlarında bir sapığı sırf iktidar yalakası olduğu için hukuğun alengirli yollarını bildiği için malı mülkü olduğu için bırakıyorsunuz.

14 yaşında bir kızın içine akıtılan zehrin onu acıtmadığına inanan o psikolojik danışmanın ne kadar tarafsız olduğundan ziyade insanlıktan ne kadar haberdar olduğunu sorguluyorum tam şu anda. bir çocuğun içine zehrini akıtmak, bütün masumiyetini elinden almak şerefsizliğinin cezasız kalışını sorguluyorum. onların, benim asla arasında olmayacağım o kitlenin yazdıklarına bakıyorum, gördüğüm bir zafer edası.

islam'i anlayişlarinin kusurlarina bir göz atsak mi?

ilk olarak islam'ın bir din olarak kusurlarına göz atalım. islam'ın elçisi (peygamberi) dahi pedofili olarak adlandırabileceğimiz vehamette bir evlilik yapmışken aslında ben bazı şeyleri çok da sıradışı göremiyorum. öyle ki bu ülkenin cumhurbaşkanı da 15 yaşında bir kızla evlilik yapmıştır ve bu özellikle anadolu'nun acımasız bir gerçeğidir.

bizde ırza geçmek için her yol mübahtır. erkekler bir kadını nasıl tuş etsem diye düşünürken en kırmızı düşlerinde enseste kadar vardırırlar bu sapıklığı. kadınlar farklı mıdır? üzmez'in yanındaki kadının yüzündeki o zafer edasını o mutluluğu algılayabilen var mı aranızda? genç denemeyecek , çocuk yaşta bir kızı üzmek! bu kızı üzen birine çanak tutmak dünyada feminizmin insan hakları sözleşmesi'nin uğradığı en büyük yenilgidir.

türkiye'de 28 ekim 2008 tarihi'nde modern sosyal hukuk devleti olma rüyasının boş olduğu, dinin, dogmaların ve paranın atılmadığı bir sistemin bir işe yaramadığı görülmüştür.

cumhuriyet bayramı'nda yazıyorum bunları. buysa sizin anladığınız demokrasi, buysa cumhuriyet , kutlu olsun efendiler!

ne sizin efendiniz benim efendim olabilir, ne dininiz dinim, ne milletiniz milletim!

ayağa kalkmak genç kızlarımızı korumak için bir şeyler yapmayışınıza saygı duyuyorum.

sıra kendi kızınıza , kendinize ya da annenize geldiğinde vicdanınıza da tecavüz ediyor olacaklar. ya sesinizi çıkarın ya da üstünüzdekileri:

sıranın sizde olmadığını kim garanti edebilir?

30 Ekim 2008 Perşembe

Perihan Mağden'in Nedensiz Mücadelesi

Sabah uyandığımda Perihan Mağden ablamızın Can Dündar'a ve Ergenekon'a geçirme, Kemalistçilere de (! Oha lan o ne !) bir güzel emmeli gömmeli muamele deneyimini gördüm. Üstüne akşam akşam şu yazı geldi.

Perihan Mağden'in yazısı şurada:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=905772&Yazar=PER%DDHAN%20MA%D0DEN&Date=30.10.2008&CategoryID=96

Bu da yorum efendim:

yazılarında garip bir faşizm sezdiğim radikal'in her şeye laf sokmaktan sorumlu demokrat köşe yazıcısı. türk dili ve üslup konusunda hakkında tartışamayacağımdan (birincisi bu konuda yetkin değilim, ikincisi yazdıklarının benim bildiğim türkçe ile özellikle yazı diliyle bağlantısını kurmakta güçlük çekiyorum : ne yaparsın perihancığım bu kadar oluyor lümpen üniversite öğrencisiyiz işte senin gözünde) fikirlerindeki istikrarsızlığını daha doğrusu ustanın dediğini yap yaptığını yapma mantığını eleştirmekten çekinmeyeceğim insan.

bu insan tanımlaması gerekliydi. kendisi zaman'ın yeni reklamını görse buradan bile bir şeyler çıkarabilirdi. yaftalamayın diyen bu reklamda sadece satanistleri ve yobazları ya da öyle görünenleri değil tüm toplumun bireylerini kapsayan bir mesaj verildiği ortadadır.

tüm bunların ötesinde, "yaftalama be teyze!" kampanyasını kendisi için açıyorum.

can dündar'ı alıntılayan anarşistler varmış. bu anarşikler, lavuklar falan bir internet sitesinin üyeleri. anarşizmin ve sosyalizmin marka gibi pazarlandığı bir kültürden bahsedip anarsist.org üzerinden türkiye'nin muhalif bakış tavrını eleştirenin alnını karışlarım ben. anarşizmi ve sosyalizmi orada yaşatacak kadar kişiliksiz beyin hücreleri yoktur umarım.

tüm bunların ötesinde liberal ve demokrat kitlelerin geyiklerine alışkınız. eski ya da yeni solculara laf sokup bir şey üretmeyişiniz , sadece azınlık ve özgürlük problemleriyle ilgilenişiniz, ekonomiden bir sikim anlamayışınızı geçiyorum. çoğumuzun okuduğu kitaplardan çıkardığınız sonuçlara ayrıca bayılıyorum. sanırım siz bambi okumaya devam etmeliymişsiniz.

sizi severdim; ancak faşizme karşı dik durup farklı olmanızdı sizi dik tutan. şimdi faşizmin bayrağı gibi ötekilikten merkeze taşındığınız bu dönemde öteki'yi deşmek ailelerinin secerelerini çıkarıp (yalçın küçük ya da nihal atsız tarzıyla) onlaraı generaloğlu ya da mit'çi çocuğu can dündar olarak tanımlamanız zavallılıktan öteye gidemiyor.

size faşizm mübahtır. öyle ki senin aradığın özgürlükle benimki bir noktada birleşemez perihan abla. sen entel ve loş kafelerinde takıl. ülkenin realitesiyle hakikat arasında fark vardır. sen entel dilinle konuş. diğerlerinin sözcüsüyken öbürlerini hiçe sayan bir ağzı salyalıya dönüş.

kendisinin türkçe yazan , daha iyi gözlem yapan ve fikirlerini belirli temellerin üstüne oturtmuş, bu ülkeyi turistik olarak değil yerlisi olarak tanımış nihat genç'ten daha fazla okunmadığını bilmenin içimde sonsuz bir huzur uyandırdığı yazılarını okuduğum ve okumaya devam edeceğim (siksen gitmem abla, öyle gurursuzum işte, senin patronunun gazetesini alıyorum hem de sana para kazandırmak pahasına.) yazıcı. yazar diyemiyorum hala.

taktım şu an kendisine. 301'de arkasında dururken faşizme karşı kardeşlik için duruyorduk. köşe yazılarını sınıflarımıza asıyorduk. dostluk diyorduk, barış diyorduk abla führer oldu.

popülerlik ve bunama belirtileri bunlar.


yazık!

(küçük harfler için kusura bakmayın, sözlükte yazdıklarımdan kopyaladım burada yazanları.)

28 Ekim 2008 Salı

Kralım Tabi, Disko Kralı

Cumartesi belki de haftanın en güzel günüdür. özellikle öğrenciyseniz bir sonraki günün tatil olması bilinciyle yaşadığınız bu günü iyi bitirmek en doğal hakkınızdır. Yatağa yalnız uzananlardansanız ya da o gece dışarda olma şansınız yoksa aslında bunun bir şanssızlık değil şans olabilme ihtimali aklınıza muhtemelen gelmemiştir. Okan Bayülgen yıllara yaydığı bir gelenekle karanlığı aydınca kullanıp zevkli hale getiren bir adam. İşte bu yazı, gece 00:30 ile 05:00 arasında saatlerin geri alınıp kafaları karıştırdığı gece, Disko'da olmayan ancak aptal kutusundan akıllı işi programı izleyen biri tarafından klavye aracılığıyla aktarılmıştır.

Okan Bayülgen sıradan bir adam değil. Devlet Tiyatroları'nın en genç yönetmeni olma ünvanını da taşıyan OB, 21. Yüzyıl Türk Televizyon Tarihi'nde dönüşümü ve değişimi başlatan insan olarak anılacak büyük ihtimalle. Elbette Türk Popüler Kültürü ve Türkiye açısından bir köşe taşı olacaktır Bayülgen. Bu şüphesizdir. Hatta Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı önceden Deniz Gezmiş ve Okan Bayülgen'i kıyaslamıştı bir yazısında. Popüler ideolojik lider yakıştırmasını onlara yapıp bir nevi pop idol olmakla suçlayıp iki figürü de birer pop idol haline sokmuştu. OB ve Deniz Gezmiş'in ortak noktaları tartışıladursun Türkiye'de sık sık olamayacak bir şey oldu şu yazının yazıldığı saatlerde:

İki adam (Biri Hafif Ağır Siklet Eski Dünya Şampiyonu diğeri ünlü bir medya karakteri, sanatçı) 2 dakika boks yapıp 2 dakika da satranç oynayarak 3 tur süren müsabakada 1'er dakikalık dinlenmeler dahil 15 dakika boyunca Türk Televizyonları'nda sıkça göremeyeceğimiz karelerle bizi baş başa bıraktılar.

Boks Kültürü'nden ve Orhan Ayhan'dan mahrum bırakılışımızı sevelim ya da sevmeyelim, boksu özlediğimizi, satranç konusunda ise sıfır olduğumuzu kabul edelim. Bugün tavla bilgisiyle övünen ve çok iyi oynarım diyerek bu şans oyununda master yapanların bilmediği zeka ve stratejik akıl kullanımını tetikleyen bu oyun, elitlik belirtisi olarak görülse de iki adım sonrasını düşünmek açısından siyasetçilere de tavsiye edilebilecek niteliktedir. Okan Bayülgen toplamda 6 dakika bile olsa mankenlerin, memelerin, ırzın , kalçaların, türbanın, bıyığın, siyasetin, yolsuzluğun,antidemokratikliğin, fikre vurulan zincirlerin, sahte Atatürkçülük saçmalığının, faşizmin, tabuların, hacıların, hocaların tecavüzünden kurtarmayı başardı belki de milyona yakın insanı.

Disko KralıPrograma itaat etmekle ilgili bir konuşma ve bilgi topuyla başladı Bayülgen ve reklamlara girerken şu sözleri sarf etti:

"İtaat etmeyin lan zibidiler. Şimdi küçük bir reklam arası veriyoruz, daha sonra yine reklam arası vereceğiz. Reklamlarla size tüketin dedikten sonra ben tekrar size kırın zincirlerinizi diyeceğim."

Kendiyle iyi geçinen, diğer insanlarla da iyi geçinen, Fordizm ve getirdiği üreticiler bir yandan da tüketsin ki daha çok kazanalım anlayışını yaratan (Nihat Genç 22/10/08 Leman yazısı bu sistemin götürülerini tahlil etmek adına mutlaka okunmalı) sistemle alıp veremediği olan ve sistemi içinden eleştirme lüksüne sahip adamlardan biri Okan Bayülgen. Türkiye'de reklamları sempatikleştirme çabalarını kırması bakımından (Mehmet Ali Erbil - Parmaktan sonra)   önemli bir cümle kurabiliyor bu adam. Alternatifsizliği ve Doğan Yayın Grubu'nun bile kendisine bağlı hale geldiği bir kuşağı yaşatması onu sıradışı kılan özelliklerinden yalnızca biri. Elbette Bayülgen'i bu kadar küçük sınırlara hapsetmek salakça olacaktır.

Programı tanıtmaya devam etmek daha yararlı olacak sanırım. Program iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Makina'da da gördüğümüz popüler kitleye hitap eden isimleri masa etrafında toplama kısmı. Ancak bu bölümün içine saklanan Tiyatro ve Sinema gibi kimi etkinlikleri tetikleyen bölümler (Örneğin Tiyatro Dergisi'nin tanıtımı) koyuluyor. Özellikle "CEVAP HAKKI" adı verilen ve alınan konuğa medya canavarlarının (paparaziler) asla sormayacağı derinlikli soruların sorulduğu bölüm ilk bölümün unutulmazı olacağa benziyor. Kendini doğru ifade ettiğinde Şafak Sezer'e bile sempati duyabiliyorsunuz çünkü.

İkinci bölümde ise alternatif kültüre mal olmuş (Banu Güven,Özge Fışkın gibi) insanların katılımıyla Zaga formatında Late Night Show karşımıza çıkıyor OB. İlk bölüme göre daha dünyevi, daha gerçek, daha aktüel olan bu bölümde eğlencenin yerini gerçek, fikirler ve olması gereken alıyor gibi geldi bana.

Özellikle canlı performansa verdiği önem ve canlı performans yapmayanları kendi diliyle eleştirmesi (Ebru Destan Boyfriend Playback Sahnesi) Disko Kralı'nın nasıl bir iş olduğunu ortaya koyuyor.

Erol Günaydın özellikle son programda Aydın Boysan'ın boşluğunu da doldurmak adına fazlasıyla etkin davranıp programın gidişine bir otorite olarak oldukça büyük bir katkıda bulundu ve bu katkı açıkçası renklendirici oldu. Aydın Boysan'ın da dönüşüyle durum iyice toparlanacaktır tahminimce, üstelik Hakkı Devrim de ikiliye eşlik ederse (Geçmiş Olsun Devrim ve Boysan'a)  program iyice sevilesi olacaktır.

İşte böyle bir programdı Disko Kralı. Her hafta hakkında yazacak daha çok şeyimiz olacak, zaten Bayülgen de şu an yeterli olgunluğa ulaşmadıklarını her programda söylüyor ve gelişimin işaretlerini veriyor. Bize ise beklemek ve medyadan beklentilerimizi az da olsa arttırmak düşüyor.

 Sarphan Uzunoğlu

23 Ekim 2008 Perşembe

Bir Tehlikeli Medya Haberi: Şu Bizim Ergenekon

Türkiye neyin uzantısı olduğu, kimlerin çatışması olduğu, siyasi olup olmadığı, prosedüre uygun olup olmadığı her an tartışılan bir dava ile karşı karşıyayken bir şey yazmamak kayıtsız kalmak olmazdı. Türkiye'de gazeteciliğin sadece birkaç gazetenin taraflı yorumlarına bırakılmasındansa her şeyi baştan ele almayı uygun bulduk. İşte teknik ayrıntılarıyla Ergenekon Davası ve sanıklara dair temel bilgiler.

Neden ERGENEKON?

Hem davanın hem de örgütün adının Ergenekon olarak akıllara kazınmasının sebebi savcının da açıkladığı üzere örgütün kendine verdiği ismin Ergenekon olmasıdır. Örgütün kendine bu adı vermesinin sebebi de Türk'ün ayağa kalkış ve türeyiş destanı olan Ergenekon Destanı'na * bir çeşit saygı duruşu.

Ergenekon'un ortaya çıktığı dönemde hakkında ortaya atılan birçok tezin arasında özellikle Susurluk'un Uzantısı olan bir örgüt tezi üzerinde duruluyordu ki, Veli Küçük gibi isimlerin de soruşturmayla doğrudan bağlantılı olması, üstüne lider olarak tasvir edilmeleri de bu iddiayı güçlendirir nitelikte(ydi). Bugün mahkemenin başlamasından ötürü üstünde yorum yapmanın doğru olmayacağı düşünülse de geçmişte belirtilmiş birkaç tezle başlamak mantıklı görünüyor.

Dalga dalga gerçekleşen operasyonların birbirini izlediği sürecin sonunda Ergenekon'un içinde birbiriyle davalı olan sanıkların da bulunması da dahil birçok ayrıntı ortaya çıktı.


Şekildeki örgüt şeması örgütün özellikle ulusalcı kanadın asker ve devlet bağlantılı kısmının özellikle yargıtay cinayetiyle bağlantılarını gösteriyor.


DİPNOT:

*Ergenekon destanı,Göktürkler'in türeyişini anlatan bir Türk Destanı'dır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan Türklerin, Ergenekon Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır..

20 Ekim 2008 Pazartesi

yazamasamda Babam

Dün gibi
arabanın pedallarına erişemeyen bacaklarımla
anca kucağında erişebildiğim
direksiyonu tutan
saçları şimdikinden daha da uzun olan
ben
ve tüm sıcaklığıyla babam...

saçlarına kırlar düşmüş olsa bile
gözleri o saçlara inat
yıllar neymiş demekte
kaybetmeyi göze alamayacağım
dünya üzerindeki 4 insandan
bir tanesi
yokluğu dünyayı anlamsız kılacak, babam!

ben ve babam
anlatılması zor iki adam..

o beyaz renkli arabanın peşinde koşan
üç beş adımda yorulan ben
giden arabada aynadan bakan
babam
dünya üzerinde erişemeyeceğim tek adam!!


ben ve babam
anlaşılmayı beklemeyen iki adam..

iyi ki doğdun...

Tehlikeli Haberciler

Tehlikeli Bölge biçim değiştiriyor ve RENK katıyor işin içine. Nasıl mı?

Türk E-Dergi Logo

Şu ana kadar beraber çalıştığım Türk E-Dergi ile Tehlikeli Bölge grubunun HABER ve HABER YORUMLAMA mekanizmasını tek bir potada birleştiriyoruz. Peki neden Türk E-Medya Potansiyelini kullanıyoruz.

1- Gelişmiş altyapı ve profesyonellik
2- Oturmuş kadro ve yönetim anlayışı
3- Farklılığa açık olmak



İşte bu yüzden Tehlikeli Bölge buradaki gündeme dair yazılar dışında bir anlam kazanıyor ve bir haberciler oluşumu haline geliyor.

Bizim de altına imzamızı atmak kalıyor

TEHLİKELİ HABERCİLER!

Sevgilerle...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Türkiye'de Ermeni Olmak

Elbette hiçbir zaman tam anlamıyla çözemeyeceğim bir duyguyu yazmak istiyorum bugün. Ermeni olmayı, özellikle de bu topraklarda bir Ermeni olarak yaşamayı yazmak, çoğumuzun önce mahkeme koridorları ardından da gazetelerin masumiyeti 17 yaşında bir çocukça çalınmış sayfalarıdan tanıdığımız Hrant Dink'e özlemimi anlatmak amaç.

Şu an Hrant'a isimli bir kitap duruyor masamda. Alt başlığı şöyle: "Ali, topu Agop'a at." Kitapta Vedat Türkali özellikle Ermenilerin komşuluk ve insanlık ilişkilerinde ne kadar bizden olduklarını ve gidişlerindeki gizemi çocukluğundan çok sonra anlatırken, onların gidiş ya da sürgünde kalış hallerinin dramatikliğini yüzümüze vuruyor.

Karagöz ve Hacivat'ın bile öğesi olacak kadar bizden Ermeniler. Aslında bizden demek yanlış olur çünkü onlar da başlı başlarına bir kültürler ve bir alt küme olamayacak kadar zengin bir kültüre sahipler. Sanırım bizim algılamadığımız, ya da algılamak istemediğimiz şey de bu. Türkiye'de kayıtlı olarak yetmiş bin Ermeni yaşıyor ki bu asgari bir rakam. 70.000 insanın haklarını, varlıklarını, umutlarını yoksaymak elbette Anadolu kültürü ve Anadolu Halkları'na büyük bir saygısızlık olacaktır.

Osmanlı sanıldığı gibi hasta adam ya da kırık bir çark değildi. Osmanlı yobazlıktan geri kalan bir devlet olarak nitelendirilmesine rağmen, yeni emperyalizmle yıkılan Avusturya Macaristan Prusya gibi krallık ve imparatorlukların kaderini paylaşmıştı ki bu çağın en kaliteli kaybedeni Osmanlı idi.

Osmanlı Devleti'nin intiharı ekonomik politikalarındaki kimi hataları ve gelişen yeni akımlara karşı aldığı tedbirlerin ters tepmesidir. Duygusal ve harekete geçmeye hazır bir kana sahip halklara hükmetmek Osmanlı için kolay olmamıştır.

İşte o dönem Ermenilerce de yaşatılmış bu hakimiyet güdüsü bugün Türk'ü Ermeni'ye Ermeni'yi Türk'e kırdırmıştır. Yıllarca Ermenileri Alt bir Kürt grup olarak gösterme çabası da bu kırgınlığın ürünüdür.

Burada soykırıma ya da sözde soykırıma (neresinden bakıyorsanız orasını algılayın) değil Ermeni'ye yazıyorum. Bu vatanı en az bizim kadar seven insanlara, bu ülkede bir kilisenin yetimhanesinde büyüyüp yetimhanede arkadaşlarıyla inşa ettikleri binalara devlet tarafından el konan çocukları, hem solcu hem Ermeni olanları fişlenen, yurtdışına çıkma yasağı konan büyük adamları küsmeyenleri kast ediyorum özellikle.

Ermeni diasporası'na dahi dahil olduklarını kabul etmeyen bu ülke ermenilerini kast ediyorum her şeyden önce. Dedelerimizin aynı sokakta oynadıkları, düğünlerine gittikleri, kız alıp verdikleri Ermenileri, kardeşlerimizi.

birilerinin her an öyle olduğunu söylediğine bakmayın, faşizm bu ülkenin yazgısı değildir; aksine faşizmin gidip kardeşliğin gelişi bu ülkenin yazgısıdır.ermeni olmakla diaspora şolmak arasında büyük bir fark olduğunu ve iran ve türkiye ermenilerinin bu farkı yaşadıklarını bilmeyecek kadar kör olanımız var mıdır bilmiyorum; ama ülkü ocakları başkanı gibi düşünenleriniz var oldukça bunun ne kadar manasız kalacağını da biliyorum.

ne yazık ki çoğunzu biliyorum. kendine solcu,kendine demokrat, kendine liberal tavırlarınızı da tanıyorum. ben ermeni değilim; ama sizin aranızda bir başkası olmak ne demek en azından bunu tahmin edebiliyorum.

bu ülkede ermeni olmak zor iştir. öteki olmak zordur. işte bu yüzden benim sevgim tüm ötekilere,kardeşlerime.


Biz o kardeşliği hatırlamak isteyen tüm yazarlarımızı öldürmeye çalışırken, Agop bize küsmüş ve mahalleden nefret ediyor. Oysa bağırma zamanı, hadi Agop beraber top oynayalım. Üstelik cumhurbaşkanlarının izlemesine gerek yok, sen ve ben. Beraber!

17 Ekim 2008 Cuma

Amerikan Rüyası ...


birgün çıkıp geldiler - anlamsız yüzlerini ve gülüşlerini -
tüketimartıklarım üretimorganlarını ve eski külotlarını -
çikletlerini çukulatalarmı getirip bıraktılar - tiklerini mi-
miklerini çiğliklerini - gençkızların düşlerini getirip bırak-
tılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - iplerini
oltalarını konservekutularmı - süttozlarmı soyalarını sa-
lemlerini - kısırlıkhaplarmı madalyalarını tasmalarını -
bayraklarını bayrakyırtmalarını sövmelerini - anamıza
bacımıza çocuğumuza - en çok önem verdiğimiz şeyle-
rimize - üretimorganlarını ve tüketimartıklarım kullana-
rak - tanrının ve isa'nın ve bizimkilerin izniyle - atlarını
seyislerini çombelerini - tıraşlarını ve dişlerini getirip bı-
raktılar - hergün hergün yeniden getirip bıraktılar - son-
ra güzel güzel anlaşmaları - sonra güzel güzel sözleş-
meleri - sonra güzel güzel paylaşmaları - asılmış-
ların ve asılacakların izniyle - vedurmadan durmadan
baltazar bayramlarını - sonra güzel güzel savaş uçakla-
rını - radarları rampaları atombombalarmı - denizaltı de-
nizüstü birşeylerini - bilinçaltı bilinçüstü herşeylerini -
piekslerini bitekslerini bitpazarlarını - eroinlerini kokain-
lerini getirip bıraktılar - hergün hergün yeniden getirip
bıraktılar-
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve sonra çekilip gitmediler gemilerine
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
ve artık okadar çok şey getirdiler ki
bağımsızlığa yer kalmadı ülkemde

Hasan Hüseyin Korkmazgil

13 Ekim 2008 Pazartesi

özgürlük ve eşitlik sarhoşluğu




hepimiz özgür olmak isteriz.Adım adım gelir özgürlük.Bir anda olup biten bir hadise olmamıştır.
Hatırlayın tarih kitaplarından en başta kurulan padişahlıkları tek kişinin baskınlığını. Zamanla
gelişen dünya bireylerin eşit olduğunu farkeden ve hepimiz kardeşiz sloganlarıyla süregelen
eşitlikten başka amaç gütmeyen insanları düşünün. Bazen bir lokma için eşitlik bazen bir ilaç
bazense sadece sınıf kavramını ortadan kaldırmak için eşitlik özgürlük istendi.
Hepimiz eşitmiyiz diye soramamız gerek kendimize. Sizce eşitmiyiz ucu bucağı google earthden
rahatlıkla görülebilen dünyamızda. Afrikanın göbeğinde doğan çocukla Ankaranın göbeğinde doğan
çocuk eşit mi sizce? Hayalperestlikte son noktadamıyız eşitiz ulan derken bağıra bağıra.
acaba kaçımız gözlerimizin önüne getiriyor sibiryanın soğuk köşesinde bir kaç saniye önce doğmuş
olan çocuğu ya da aylık 30 dolara çalışan çinli çocuğu.. kaç kişi düşünebiliyor acaba kabilelerde
doğan gelecekleri bir kaç oktan ibaret olan çocukları. Doğruyu söylemek gerekirse ayık kafayla hiç
bir zaman düşünmedim orda birileri varmı yaşıyorlarmı diye.
Ülkemize cennet vatanımıza bakarsak eğer sizce eşitmiyiz. Türküz doğruyuzda çalışkanmıyız. bazıları
harbiden iyi ÇALışıyorken siz doğru olarak ilerliyorsunuz. burda da doğruyu söylemem gerekse
ben doğru değilim ve emin olun sizde doğru değilsiniz.. sadece ayık kafayla kendimize karşı dürüst
olamıyoruz o kadar.
eşitlikten bahsediyoruz özgürlük istiyoruz... ben en azından avcılar sahilde alıp biramı elime
dolanmak sonrasında yanımda esrar içen gençleri görmek istiyorum... özgürlükse istediğiniz
onlar yazamıyorlarsa düşüncelerini ben yazıyorum.. evet buyrun özgür bırakalım dünyayı...
ayık kafayla olsa söyleyemem belki bunları ya da aklıma gelmez esrar içen çocuklar! ya da avcılar
sahilde elimde biramla dolaşma..
özgürlükya hür olacağızya hür olmak... beyinle alakalı bir kavram bence.. şu anda hürüm mesela..
parmaklarım klavyede değil tamamen bulutlarda.. yağmur olup yağacak başınıza ve uyanacaksınız.
hür olmak adına size söylenen yalanlarla tanışacaksınız... kimseye ait olmak istemeyecek ama
evlenip birisine ait olacaksınız.. özgürlük isterken bile özgürlüğü anlayamayacak ya da
anlatamayacaksınız ne istediğinizi.. çünkü herkesin özgürlüğü farklı çünkü hiç birimiz eşit değiliz..
ve bir şey daha sanmayın sarhoşumluğum bir sıvı içeren şişeden yahut farklı yollardan..
sarhoşluğum odamda kendimi tamamen özgür hissedebildiğimden.. insan yalnız olduğunda özgür olabilir
aksi taktirde özgürlük söz konusu değildir..

11 Ekim 2008 Cumartesi

Kürt

bu dünyada senden ya da benden daha az hakkı olmayan insan her şeyin ötesinde. aysun kayacı mantığı ile yaklaşıldığında elbette kültürlerinden dolayı eğitimsizliklerinden dolayı sizin bu dünyanın tükenen kaynaklarını daha çok hak ettiğinizi düşünebilirsiniz. 

doğru, onların hakkı olmayan bir çok şey var. örneğin onlar asla yeteri kadar türk olamayacaklar, siz onları dönüştürseniz de önce dilleri dönmeyecek sizin gibi türkçe konuşurken, sonra da bilinçleri onları çok uzağa götürecek sizin götürmek istediğiniz yerden. 

aralarındaki farklılıkları gözetmeden birey olarak bile görmeden kesip attığımız koca bir etnik grupla beraber yaşıyoruz biz türkiye'de ki bu grup milyonlardan oluşuyor. alevi asimilasyonu ve kürt asimilasyonu bildiğimiz üzere devlet eliyle yapılmaktadır ki kürt isyankarların karşı çıktığı şey türkiye'de her dönem budur: asimilasyon. 

üniter devlet yapısı ve eşitsizliğin tavana vurduğu gelir dağılımı problemi hakkında konuşmak hiç de zor olmadığından ordan başlamayacağım. bu devletin resmi ideolojisi elbette bu halkı cahil bırakmıştır. milli eğitim sisteminde bambaşka bir dille eğitim verdiğiniz bu çocuklar yaşadıkları o duygusal buhranı ömürleri boyunca elbette atlatamazlar. 

türkçe onlar için bir seçim değil, aksine bir zorlama. topraklarımızda ingilizce, fransızca, almanca eğitim veren liseleri barındırırken kürtlere bir ek ders olarak bile olsa eğitimi verememek bu ülkenin ayıbıdır. 

faşist türkiye cumhuriyeti'nde ezilen rolünü oynamayı kabul etmeleri de onların hatalarıdır çünkü ezilmişliklerinden devşiren pkk gibi terör örgütleri bugün ülkenin anasını ağlatırken sadece kürtya da esmer olduğu için aşağılanmayı bu topraklarda doğal hale getirmişlerdir. sistem partilerine (dyp akp vermeseler de chp) verdikleri oylar her daim çöpe gitmiş bu insanların yalnızlıkları bitmemiştir. nuri bilge ceylan benim yalnız ve güzel ülkem derken o yalnızlığın içine gömdüğü büyük kırgınlığı es geçmiş. onlar bizim küs olduğumuz , özlediğimiz ama barışırsak ne olur diye korktuğumuz kardeşlerimiz

9 Ekim 2008 Perşembe

5 dk.ya dair

bir tık
birkaç klavye tıkırtısı
işte o kadar uzaksın bana

korkmam,
''dejavu'' yaşamaktan.

anlattıklarım yarım
sözlerim yavan...
ve katıksızdı
sana olan sevdam..

6 Ekim 2008 Pazartesi

GREEN CHEMISTRY - YESIL KIMYA


gittikçe yaşlanan, yaşlandıkça kirlenen dünyamıza yeni bir umut ışığı..
kimya mühendisi adayı olarak 1 seneden biraz daha fazlacana olan üniversite yaşantımda en çok önemi hak ettiğini düşündüğüm hadise yeşil kimya olarak pekde saçma olamayacak bir tercümeyle özünde çevreci yaklaşımı barındıran geleceğimizi -dünyanın şu anki yaşıyla
kıyaslandığında biraz daha uzatacak olan çevreci oluşumdan biraz bahsetmek istiyorum.
öncelikle tanımlamak gerekirse, Yeşil kimya; çevreyi korumaya yönelik kimyasal yöntemlerin
ve maddelerin geliştirilmesini ön plana çıkaran bir kimya dalıdır. bu kimya dalı geleceğimize
hizmet etmektedir. ülkemiz yeşil kimya alanında henüz emekleme seviyesinde olsa bile ilerleyen yıllarda büyük adımlar atan bir yetişkin olacağı umudunu taşımaktayım.
yeşil kimyanın yararları:
-ekonomik fayda sağlaması üretim maliyetini azaltacak yeni reaksiyonların elde edilmesisini sağlar.
-enerji tasarrufu sağlamaya yöneliktir daha düşük sıcaklıklarda reaksiyona girilmesini ve bu reaksiyonların verimli olmasını sağlayacak yollar arar.
-üretim maliyetlerini ve düzenleme mailyetlerini düşürür.
-daha az atık madde oluşmasını sağlar.
-daha güvenli yollardan ilerleyen reaksiyonlar bulunmasına ön ayak olur kaza riskini azaltır.
-daha güvenli son ürünler ortaya çıkmasında faydalı olur.
-çalışma ortamının daha güvenli olmasını sağlar.
-insan ve doğa sağlığının korunmasını sağlar.
-rekabet avantajı kazandırır.

bütün bunları sağlayabilecek teknolojik gelişmelere gebe olan bu kimyanın yan dalını gelecekte sıkça duyacağız.örneklere geçmeden önce söylemek isterim ki yeşil kimya (green chemistry) tüm çevre sorunlarına çözüm sağlayabilecek bir dal değildir. belirli üretim basamaklarında yer alır çevre sorunlarının çözülmesinde merdiven amacı güder.yeşil kimya çevre kirliliğinin önlenmesinde aktif olarak pay sahibidir.
bir kaç şirket ismi vermek isterim..
yeşil kimya tekniklerini kullanan bazı şirketler isimleri sizcede çok tanıdık değil mi? bu kadar başarılı olmaları tek bir nedenden ötürü olmasa bile üretimlerinde çevreci olmaları bunda pay sahibidir.ayrıca yeşil kimya uygulamalarıyla rekabet şanslarını yüksetlmişler ve global savaşta başarılı olabilmişlerdir.
-ikea
-dell
-rohm and haas
-hermanmiller
-interface

bunlar belli başlı olanları. ve inanın her geçen gün sayıları artmakta. çevrecilik masalları anlatan şirketlerimize duyrulur.

bir not : green chemistry alanında üniversitelerde kapsamlı yenilikler geçirdiler. avrupa, amerika, japonya ve çin üniversiteleri (ve bazı diğer ülke üniversiteleri) green chemistry&engineering adıyla lisans programları oluşturdular bile(adını verdiğim ülke üniversitelerinin tamamında söz konusu değildir bazılarında oluşturulmuştur).
iki not : ülkemizde böyle bir oluşum HENÜZ gerçekleşmedi.
üç not : york üniversitesi bu alanda yeni bir ilke imza atarak üniversite sanayi işbirliği içerisinde yeşil kimya metodlarını fabrikalara(üretici şirketlere) satarak yolunu buluyor :))
dört not: ülkemizde kimya mühendisliği ve kimya bölümü ayrıcana çevre mühendisliği programlarında yeşil kimyaya yer verilmekte ancak istenilen düzeyden değil labarotuvar uygulamaları yetersiz. kaynak ve destek sıkıntısı mevcut.

5 Ekim 2008 Pazar

Modern Zaman İnsanları: Part 1 Kuşhan's Bloody Diary

Trendlerin gidişatını belirlediği bir dünyada yaşıyoruz ve nereye gideceğimize dair soruları bize soran birini bile bulamıyoruz. Çünkü biz bu soruların cevaplarını vermekten de bunları sormaktan da aciziz. Farkındaysanız öncelikle başkasından medet umdum. Cümlelerimiz bile kendimizden umudu kesmişken bizden nasıl bir gelecek beklenebilir?

Aslında bizim beklentilerimiz o kadar da yüksek değil, hiçbiriniz (Gökhan Gönül hariç) Lamborghini'yi hayatının merkezien oturtmuyor. Elbette ki o bizden biri değil, yılda 1 milyon dolar alan bir adamdan bahsediyoruz. Biz 1 ytl'yi düşürünce arayanlardanız, yoksa hepimiz fish çekilişinin sonuçlarını mı takip ediyoruz (Hedef kitleyi bilememek!).

Öncelikle şu zayıf modern seksi kadınlarla başlayalım. Siz onlara öyle diyorsunuz diye kendilerini öyle zannediyorlar, yağ aldırıp güzelleşeceğine inanan makyajla büyüleyici olacağını düşünen bu insanlar ne kadar zekidir ne kadar normaldir bilinmez ama böyle bir güruh var ve ne yazık ki MR. KUŞHAN'ın kliniğinde ölümle biten bir hayata sahip olabiliyorlar.

Modernitenin bu kadar acımasız olacağını hiç düşünmemiştim. Hayat standartlarını yükseltmek ya da yüksekmiş gibi göstermek adına hayatın ta kendisini kaybetmek bana kalırsa o kadar da mantıklı değil. Tabi zengin ailelerin güzelleşme meraklısı kızlarına kızmalıyız.

Bu arada aklıma bir soru geliyor basın bu konuda sayın Ayşe Arman'ı neredeyse hiç eleştirmedi, aman ya O'na da bir şey olsaydı mantığıyla yaklaştılar. Tamam sizin cici kızınızdır Arman. En cafcaflı işlerinize koşturursunuz onu; ama resmen reklamını yaptığı ve zamanında sizin de gazetenize reçetesini ek olarak verdiğiniz adamın diyetisyen bile olmaması, yaptığı işin ortadalığı sizi ve vicdanınızı biraz olsun incitmiyor mu?

Tabi ki Ayşe Arman konusunda şaşırmadım. Sol meme yanağı tartışılan bir insanın gazeteci gibi davranıp sorgulaması beklenmemeli zaten.

Ölen insanın ailesinin başı sağ olsun elbet; ama umarım 15 Şehit verişimiz bu olaydan daha akılda kalıcı olur.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Güzelliğin 50 Kilo Altın Etmez, Bu Bizdeki Savurganlık Olmasa


İngiltere'de Kate Moss'un "Yeni Afrodit" olarak lanse edilen 50 kiloluk heykeli sergilenedursun "Great Depression Strikes Back" temalı bir ekonomik tablo göze çarpıyor.

50 kilo altın... Maddi değerini hesaplayıp şu insana şu kadar rızk olurdu diyemeyeceğim kadar büyük bir savurganlık bence bu. Sanat değil, sanat bu olmamalıydı en azından.

Sanat altın üreticileri için midir? Niçindir? Garip. Bize bu garip heykel ve gülümsemek kaldı.

BİR EFSANENİN GERİ DÖNÜŞ HABERİ


Yıllardır oynanan strateji oyunu STARCRAFT severlerine bir süpriz yaptı.STARCRAFT 2 hazırlıkları neredeyse tamamlandı ve BLiZZARD ırklar arasındaki dengeyi (bu denge starcraftı diğerlerinden ayıran en önemli özelliği) sağladığında oyunu piyasaya sürecek.Çıkış tarihi henüz bilinmesede yeni oyunun yolda olmasıSTARCRAFT severlerde müthiş bir heyecan yarattı.
Starcraft2 ilk oyunda olduğu gibi güç dengesine sahip 3 farklı ırktan oluşacakTerran, Protoss ve Zerg. Her biri için değişik yeni silahlar ve birimler mevcut olduğu gibi eskilere de yer veriliyor.
Oyunun açıklanan yeni özelliklerine gelince:
-Hızlı, vurucu ve mükemmel dengeli gerçek zamanlı çok oyunculu oynanabilirlikilk oyunun heyacanını yakalıyor ve geliştiriyor.
-Tamamen yenilenmiş ırklar: Protoss, Zerg, Terran.-Her ırk için yeni birimler ve yeni oyun dinamikleri.
-Hikaye modlu tek oyunculu senaryo.
-Yeni üç boyutlu grafik motoru sayesinde çok sayıda ordu ve birimle bile yüksekperformans.
-Yenilenmiş çok oyuncu desteği ile daha rekabetçi yeni özellikler ve battle.netüzerinden desteklenen rakip bulma arayüzü.
ilk oyunla alakalı bir not:
Blizzard 1998 - 2007 yılları arasında Starcraft:Brood War başlığından12 milyon kopya satıldığını açıklamıştır, Starcraft uluslararası anlamdaözellikle çoklu oyuncu kısmı ile, bilgisayar dünyasında tarikat benzeri bir oyuncu kitlesi toplamıştır. -severek oynuyoruz efendim :))

2 Ekim 2008 Perşembe

Bolu Express: DTP'liyi Öldürün / Devlet: Aferin, iyi demişsiniz.

Bolu Express gazetesinde bir yazı yayınlandı ve Her şehit için DTP’li öldürülmeli’ denilen köşe yazısını ‘fikir özgürlüğü’ olarak`niteleyen mahkeme bu yazıda bir suç unsuru bulamayıp (!) yazanları akladı.

Aslında Türkiye için çok da sıradışı olmayan bu mevzu, PKK nefretinin Kürt hatta ne yazık ki esmer insan nefretine dönüşmesinden kaynaklanıyor. Türkiye'nin zencileri biziz diyen şeriatçılara inat bu ülkede ırkçılık tüm boyutlarıyla sürmekte ve devlet hatta yargı tarafından da bu meşrulaştırılmakta. Objektif bir bakış açısıyla halk arasında olumsuz anlamda kullanılan Kıro kelimesinin ve benzer bir sürü kelimenin de Kürt insanını niteleyerek kullanıldığından yola çıkarsak bu ırkçılığın ne denli normalleştirildiğini ve bu algının ne kadar sıradanlaştırıldığını rahatlıkla görebiliriz.


FAŞİZMİN YERİ VE ZAMANI OLMAZ

Açıkçası faşizm için ne sabun fabrikaları ne ikna odaları ne de kendini öldürmeye adamış bir ordu gerekiyor. Zaten halkları yiyip bitiren faşizmin kökü de sosyal hayata sindirilmiş bu baskı rejiminin içinde yatıyor.

Asker otobüste kontrol yaparken doğum yeri antalya sinop çizgisinin doğusunda olanlara daha bir kuşkuyla bakıyorsa burada faşizm vardır. Bir bölgenin, bir ilin ya da bir siyasi partinin böylesine damgalanması üstelik ölümle tehdit edilmesi insanlığa sığmıyor.


BASIN ETİĞİ

Her şeyin ötesinde basının da kendine göre bir ahlâkı oluşturma zamanı geldi de geçiyor. Vakit Gazetesi'nin "İşte O Üyeler" başlığının tedirgin ediciliğini bile aşan bir tedirginlik vericilik sezdim ben bu haberde. Üstelik bu tedirginliğin ötesinde 12 Eylül Öncesi dönemin hedef belirleyici ideolojik gazetelerinin tarzı ortada. Belli ki yazan yazarın nasıl bir ülkede olduğundan haberi var. Ordu ya da devletin şahinlerinin ideolojisini incitmediğiniz sürece bu ülkede her daim köpek muamelesi gören insanları aşağılamanın serbest olduğunu biliyor sanırım.

Zaman'ın Kürtler konusunda ne kadar etik olduğunu da Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili haberlerindeki "DERSİM İSYANI İLE MEŞHUR TUNCELİ" tanımıyla görmüş olduk.

Türkiye'de gazeteci olmak bir utanç haline geliyor. Yazık, çok yazık.


Dünya VS AIDS


Korunmaya yönelik yöntemler her gün gelişip endüstri haline gelirken bir şey hiç değişmedi, değişmeyen AIDS ve yayılma hızıydı. Hiçbir bilinçlendirme önüne geçemedi AIDS'in. Şimdi AIDS'in tarihi ve gelişimi tartışılırken, AIDS'e bir bakış atalım dedim.

AIDS Nedir?

AIDS, Acquired Immuno Deficiency Syndrome kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve Edinilmiş Yetersiz Bağışıklık Sistemi Sendromu olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.

AIDS ilk olarak 1981 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde keşfedilmiştir. Keşfinden hemen sonra hızla yayılarak; erkek, çocuk, siyah, beyaz, Latin, Asyalı, zengin, fakir demeden bir çok insanın ölümüne neden olmuştur. Günümüze kadar AIDS'ten 225.000 kişinin öldüğü kaydedilmiştir. Bu sayı her 13 ila 15 ayda ikiye katlanmaktadır.

AIDS için halen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır. AIDS'ten korunmak bu tehlikeli ve ölümcül virüsün yayılmasını önlemek için uygulanabilecek tek yoldur. HIV, Human Immune Deficiency Virus, vücut bağışıklık sistemi virüsü, AIDS tamamen vücut bağışıklık sistemi ile ilgili olduğundan, hastalığa sebep olan virüse bu isim verilmiştir. Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmektedir. Vücut bağışıklık sisteminin etkisiz hale gelmesi, virüsten etkilenmeden önce kolayca başedebildiği deiğer hastalık mikroplarıyla artık çarpışamayacak duruma gelmesi demektir. Bu da basit bir enefeksiyonun bile ölümcül hale gelmesine sebep olabilir. AIDS hastalarının yarısından çoğu bağışıklık sistemlerinin etkisiz hale gelmesi yüzünden basit enfeksiyonlara yenilerek hayata veda etmişlerdir.

İnsan vücudu bir defa HIV virüsü ile enfekte olmuşsa artık bu virüsün hiçbirşekilde yok edilmesi yada vücuttan atılması mümkün değildir. Fakat, virüsün etkilerine engel olmak için bir takım ilaçlar geliştirilmiştir. Bunlardan ilki ve ençok bilineni AZT (Zidovudine) adı verilen ilaçtır. Bu ilaç virüsün çoğalmasını engellemektedir. AZT AIDS virüsünün meydana getirdiği belirtilerin görünmesini engellemekte ve AIDS'li hastanın yaşamının kısmen de olsa uzamasını sağlamaktadır.

Bilim adamları AIDS'le savaşabilmenin diğer yollarını aramaya devam etmektedirler. Son yıllarda bu konuda büyük gelişme kaydedilmiştir. AIDS'e karşı korunmak için aşıların testleri halen deneysel aşamadadır. 1990 yılının başlarından itibaren bu konuda başarılı sonuçlar kaydedilmektedir.

AIDS dokunma, öpüşme, solunum gibi dış kontaklarla bulaşan bir hastalık değildir. Bu nedenle insanların AIDS'li hastalara yaklaşmaması ya da onları toplumdan dışlaması hem gereksiz hem de yanlış bir tutumdur. Çünkü AIDS'li bir hastaya dokunarak veya yanında bulunarak AIDS'e yakalanmanın mümkün değildir. Ayrıca AIDS evcil hayvanlardan, tuvaletlerden, yüzme havuzlarından, tabak ya da bardaklardan bulaşıcı özellik göstermez. Bu nedenle insanların bu konularda korkutulması ya da yersiz bir kaygıya neden olunması çok yanlıştır. AIDS'in ana bulaşma yolu seksüel birleşme, uyuşturucu kullanıcılarının enjektörlerini paylaşması ve çok da az olsa kan transferidir. Ne yazık ki, AIDS hastalığına yakalanmış hamile bir kadının daha doğmamış bebeği de bu hastalığa yakalanmış demektir.

Neden AIDS'i daha önce duymamıştık? AIDS 1981 yılına kadar tanımlanmış bir hastalık değildi. AIDS'in izinin sürülmesi doktorların bu bilinmeyen hastalığı yeterli derecede tanımasıyla başladı. AIDS'in ilk rastlandığı 1981 yılında ABD'de 316 kişinin AIDS hastalığına yakalandığı tespit edilmiştir. Beş yıl sonra 1986 Ağustos'unda 23.000 vaka rapor edilmiştir. Hastalığın artışı büyük bir hızla devam etmiş ve 1990'larda sadece ABD'de 60.000 nin üstünde AIDS hastası tespit edilmiştir. Bu hızlı artış, bilim adamları, doktorlar ve hükümetler için bir alarm sinyali olmuş ve onları konuyla ciddi biçimde ilgilenmeye itmiştir.

AIDS'in gerçek kökeni bilinmemektedir. Çünkü AIDS yeni gelişmiş bir hastalıktır. AIDS'in kökeni hakkındaki en geçerli görüş hastalığın Afrika kökenli olduğudur. Afrika'da ki yeşil maymunların taşıdığı bir virüs insanlarda rastlanan AIDS virüsüne çok benzemektedir. Bilimsel tahminler maymunlarda rastlanan virüsün doğal ortamda organizmalar içinde yaşamını sürdürerek, mutasyon geçirdiği ve burdanda insanlara geçtiği üzerinde yoğunlaşmaktadır. Görülen mutasyonun çok nadir olduğu da görüşler arasında yer almaktadır.

Bir başka görüş ise virüsün biyolojik silah olarak üretilmek istendiği fakat sonucun etkisi uzun sürede görüldüğü için araştırmalara devam edilmediği, ve bir ara nasıl olduysa labaratuvar dışına çıkarılarak insanlara bulaştırıldığı üzerinedir. Yeşil maymunlar Afrika'nın çoğu bölgesinde lezzetli bir yemek olarak görülmektedir. Virüsün maymunlardan insana iyi pişmemiş organlardan ya da etlerin pişirilmeye hazırlanırken meydana gelebilecek kesik vb. gibi yaralardan bulaşmış olabileceği de düşünülmektedir. Çünkü bilindiği gibi virüsün bulaşma yollarının en önemlilerinden biri kandır. Hastalığın ilk insana bulaşması böyle olmuştur. Bundan sonra hastalık diğer insanlara seksüel birleşme ve uyuşturucu kullanımı ve kan transferleri sırasında yayılmıştır. Afrika devletlerinin bir çoğu bu görüşün mantıklı olduğunu savunmaktadır. Bu olayların hiçbiri ırkla ilgili değildir. Şunu unutmamak gerekir ki tek bir kişi değil tüm insanlık AIDS'in gelişmesinden sorumludur ve bizde bu sorumluluğu paylaşmaktan ve bu öldürücü virüsün yayılmasını engellemekten sorumlu sayılırız.

AIDS Belirtileri:

AIDS ve aynı virüs tarafından meydana getirilen diğer hastalıkların belirtileri hemen hemen aynıdır. Aynı soğuk ve gribin birbirleriyle özdeşleştirlmesi gibi.Fakat AIDS'e ya da ilgili hastalıklarından birine yakalanmış bir kişi için bu belirtiler çok ısrarcıdır ve nedeni yok gibi görünür. Kişi hiçbir zaman kendisini neyin hasta ettiğini bulamaz ve hastalığın üstesinden gelemez. Çünkü sadece doktorlar ve konu ile ilgili araştırma yapan bilim adamları bu belirtileri teşhis edebilirler. Bu belirtilerin doktor tarafından açıklanan bir kısmı şöyledir:

  • Fiziksel ve zihinsel aktiviteleri etkileyen, sebebi açıklanamayan aşırı bir yorgunluk
  • Zayıflama yada diyet gibi herhangi bir aktivite söz konusu olmadan iki aydan kısa bir sürede 7-10 kilo kaybı
  • Birkaç haftanın sonunda ateşin açıklanamayacak bir şekilde 39 derecenin üstüne çıkması
  • Uyku sırasında kişinin üstünü sırılsıklam edecek derecede terleme
  • Sebebi bilinmeyen bir şekilde vücuttaki salgı bezlerinin kabarması (Özellikle boğazda, boyunda ve koltuk altında bulunan lenf bezlerinin kabarak en geniş halini alması)
  • Dilin üzerinde ve ağız içinde beyaz noktalar yada lekelerin oluşması
  • Israrla devam eden ishal
  • Herhangi bir solunum enfeksiyonuyla meydana gelen ve çok uzun süren kuru öksürük
  • Özellikle öksürükle birlikte oluşan nefes darlığı
  • Deri üstünde ya da altında oluşan kat kat, yada yükselen bir şekilde leke ve şişliklerin meydana gelmesi. Başlangıçta çürükmüş gibi algılanabilir fakat bunlar zamanla kaybolmazlar ve genellikle etraflarındaki derilerden çok daha serttirler.

The Lost Vikings: Biz Seni Unutamadık

The Lost Vikings:

Kayıp Vikingler , zaman girdabında kaybolmuş üç asil kahramanın kahramanlık öyküsüydü. Sitemiz yazarlarından Ayberk Olgay'ın tavsiyesiyle bu oyunu sizle paylaşma gereği duyuyorum:

İndirmek için tıklayın

84'ten Yeni Klip



Grup 84 ikinci albümü KGB'nin ikinci klibini çekti


sözler:

kara gözlüm beni niye terk ettin
sevdim yetmedi yoksa söylemedin
bir kerecik olsun asma ne olur
gül yüzümü sitem etme söyletme

kaç gece ağladım sesimi duy diye
gözlerimden akan yaşlar sen silesin diye
bu yürek dayanırmı sandın bu kadar acıya
ne olur elleme şu yalan gönlüme
ne olur gülme şu garip halime

yoksa burdan başka yalan bir diyarda
sevdiğin mi var da beni oyalarsın
kurbanın olam dökülmesin dudaklarından
ne olur söyleme sakın söyleme
ne olur söyleme beni öldürme

30 Eylül 2008 Salı

Fenerbahçe 0 : 0 Dinamo Kiev : Bye bye happiness

Fenerbahçe'nin bu seneki aman yenilmeyeyim karşı takıma oynatmayayım hastalığı Aragones'le mi geldi bilinmez ama daha kendi sahasındaki ilk Şampiyonlar Ligi Maçı'nda etkilerini gösterdi.

Emin olunabilir ki bu kadar defansif oynayan ve kapanan bir takım karşısında gol atmak zor; ancak kaçan 3 net pozisyon hem moralleri bozdu hem de takımın gole ve başarıya olan inancını azalttı sanırım.

80+ : BİR FENERBAHÇE HASTALIĞI

Şu kesin ki Fenerbahçe hasımları (rakiplik kavramını Üç Büyükler'in algılayamaması) Galatasaray ve Beşiktaş gibi son dakikalarda gol bulmayı beceremiyor; aksine oyun disiplininden kopuyor. Bugün gol yememiş olsa da 66 80 arasındaki performansla 82. dakikadan sonraki performans arasında dağlar kadar fark var.

EN BÜYÜK SORUN ATAĞA KALKAMAMAK

Şu kesin ki Aurelio gibi rakip alana girip pozisyon üretebilecek akıllı paslar verebilecek, derin pas yapıp kader değiştirecek bir oyuncunun eksikliği hissediliyor.

Varlığı da yokluğu da yetmeyen Josico gibi adamların eklenmesiyle performans değişir mi bilinmez. Semih ve Deivid'siz Fener isterse efsanevi forvetleri olsun, bir işe yaramıyor, ağır oyunuyla bir yere varamıyor.

29 Eylül 2008 Pazartesi

Sensible World of Soccer (SWOS): Biz Seni Unutmadık


Hagi'nin en efsanevi golünü bir oyunda attığını biliyor muydunuz. Nerden bileceksiniz o sırada bilgisayar başında muhtemelen iki ya da üç kişiydik. SWOS'tan bahsediyorum. Sensible World of Soccer. Bilenler bilmeyenlere anlatsın bir durumu var bu oyunun. CM yoktu FM yoktu, o vardı eskiden. Belki de o bizim futbol sevgimizi geliştirdi, basitti ama zevkliydi. Bugün PES bir ego mücadelesidir, sensible ise bir zevk.

Unutamadık unutamadık ne olur anla bizi SWOS!

indirmek mi istiyorsunuz?
tıklayın

Sunset Riders: Biz Seni Unutamadık


Efsaneler efsanesi kovboy ruhumuzu canlandıran ve hepimiz birer sunset rider'ız ulan edasıyla dolaşmamıza, annelerimizin bakkal paralarından aşırıp jeton almamıza neden olan oyun exe formatında kuruluyor ve çat diye açılıyor efendim.

http://rapidshare.com/files/149383782/sunset_riders.exe.html


adresinden indirin çocukluğunuza dönün.

Ekşi Sözlük: Bu Siteye Erişim Mahkeme Kararıyla Engellenmiştir

Bayram için yeni bir neşelenme hali başladı efendim. Bir güzide internet oluşumu daha bıyıkaltı edildi. O nasıl oluyor derseniz; bir gün Akp'li bir bürokratın işgüzar ve o kadar da gerizekalı oğlu babasının rüşvet aldığını okumuş ya da Tayyip Amcası'nın ne kadar harika bir ülke batıran gemicik tüccarı olduğunu görmüş ve bunu yumurtlamıştır. Ve olaylar gelişir...


Aslında olay sansüre hayır diyen sözlüğü kapatmaktan ibaret değil. 7458489 yazıyı, 1417589 başlığı , 185744 kullanıcıyı engelliyorsunuz ve gelişmekte ve üretmekte olan en mühim muhalefet kaynaklarından birini kapatıyorsunuz. Bravo. Açıkçası hiç yadırgamadım.

Akicraatlar.com'a yazarlar artık: "Büyük şirketlerin ya da kendimizin işine geldiğinden kapadık, oh olsun, fuhuş yuvası!" diye.

ARKA KAPIDAN NASIL GİRİLİR?


windows\system32\drivers\etc\hosts dizini takip edilip dosya notepad veya word ile açılır.

84.44.114.44 www.eksisozluk.com
84.44.114.44 sozluk.sourtimes.org

satırları eklenip belge kaydedilir. Artık cayır cayır sourtimes vakti başladı sizin için.

EKŞİ SÖZLÜK SANSÜR TARİHİ

Sözlük daha önce Adnan Oktar'ın (Harun Yahya) hakkında yazılanlardan dolayı tedbir kararıyla kapanmıştı sıra sanırım buna geldi. Peki Türkiye'de sansür Türkiye'de İnternetten daha hızlıyken bu durum komik midir? Komik hatta trajikomiktir.

Aslına bakarsanız Sözlük bence AKP'nin istediği tür yazarları da barındırıyordu. Fakat bunun siyasi değil Çukurova AŞ isteğiyle bir kapatma olduğu ortaya çıkıyor.

Savcı da elinden geldiğince kapattırıyor; ancak bizim hukuk sistemimiz internet ya da internet kullanıcıları kadar pratik olmadığından kendimizden geçiyor anlayamıyoruz.

28 Eylül 2008 Pazar

Reklamcı Nedir?

"Reklamcı Nedir?" aslında küresel alanda reklam piyasasına giriş ve orada yükselişi tiye alan ve bunu yaparken de bambaşka bir format deneyen bir çalışma. Kitap diyemeyeceğimiz fasikül poster karışımı bir biçem bu. O nedenle sürprizi kaçmasın diyerek almanızı kolaylaştıralım.

Reklamcı olma yolunda 5 (beş) seviye atlamanız gerektiğini söylüyor İlyas Başsoy ve Emrah Ablak da bunları bir güzel karikatürize ediyor. Emrah Ablak ve çizimlerinin renk kattığı Reklamcı Nedir'in aşamalarından teker teker bahsetmek rengini kaçırır ; ama tahmin edebileceğiniz üzere, çaylaklık, yeni çocukluk, reklamcılık, yıllanmışlık ve patronluk gibi aşamaları var. Bu aşamaları gerçekten gözlemlediğinizde reklamcıların hayatlarında göreceğiniz ayrıntılarla o kadar güzel yansıtmış ki Başsoy Reklamcı Nedir size baştan sona zevk veriyor .

Aslında biraz pesimist bulduğum bu ürün (!) tek kelimeyle uyandıran türden. Bir reklamcının kişisel gelişimi adına daha doğrusu hayatın neresinde olduğunu anlamak adına mutlaka göz atması gerekir Reklamcı Nedir?'e.

Böyle güzel bir ürünü tanıtmadan geçmemek gerekir dedim.

Reklamcı Nedir? Web sayfası


Not: Fiyatı 10 Ytl

BİR KENT OZANI: KAAN ALTAN

Kaan Altan adı duyulunca akla gelen çok şey var elbette; ancak sizi iyi tanıyanların üstünde durduğu en önemli nokta türkçe kullanımı. Türkçe ve günümüzde kullanımı hakkında ne düşünüyorsunuz? Açıkçası Türkiye'de kendi dilimizle rock yapabiliyorsak bunda "Kan Kokusu" gibi albümlerin önemli payı var, şu an türkçe rock yapan grupları ve türkçe rock söz yazarlarını nasıl buluyorsunuz?

- Türk dilinin kullanılması ile adımın birlikte anılması benim için gurur verici. Bunu için size teşekkür ederim. Aslında ben Almanya’da büyümüş ve ilk dili Almanca olmuş biri olarak bu konuya epey geriden başladım, fakat zaman içinde elimden geldiğince kendimi yetiştirmeye çalıştım. Hala birçok eksiğim olmasına rağmen çalışıyorum. Fakat şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki müzik yaşamım boyunca hiç bir zaman başka bir dil kullanmayı düşünmedim. Bugüne geldiğimizde bırakın sokakları, yazılı ve görsel basının, “toplumun ileri gelenlerinin” nasıl bir Türkçe kullandığını hepimiz görüyor ve duyuyoruz. Arapça kelimelerden başlayıp “start almaya”. Kahvelerin cafe’ye dönmesinden süperlere. Kadınların bayan’a devşirilmesinden aklıma gelmeyen birçok şeye kadar bu nadide örnekleri saymak mümkündür. Türk Rok’ında :P Türkçeyi çok iyi kullanan bir çok isim vardır. Ve düşününce sanırım şu anki müzik tarzlarında dilimizi en iyi kullanan sanatçılar Rokçulardır.

İkinci Yol ile başlayan Karapaks serüveni nasıl gidiyor? Yaz döneminin ardından stüdyo çalışmalarına mı yoğunlaşacak Karapaks yoksa daha sık konser mi verilecek? Çünkü Karapaks takipçilerinin ortak derdi konser sayısının azlığı.

- Her şeye rağmen yeni bir grup olmamız ve şarkılarımızın yapısından kaynaklanan bir havadan dolayı arzu ettiğimiz sayıda konsere çıkamadık fakat yineden kayda değer bir sayıya ulaştık. Kolay tüketilen hoplatıp zıplatan bir müzik tarzının üyesi olmamanın eksi yönleri de bu. Bizi seven insanların da müziğimizle ve bizlerle paralel özellikler taşıması sanırım namımızın ağır ama temelleri sağlam yürümesine yol açıyor. Şu an 2. albüm kayıtlarının sonuna geldik ve kışın albümü çıkartmak istiyoruz. Tabi ki beklendiği gibi bu albümde de birçok yeni belki de şaşırtıcı unsurlar olacak. Hatta belki de çok eleştiri alacağız ama bir o kadar da övgü alacağımızdan kuşkum yok.

Karapaks'ın kendine özgü bir klip dili var mı? Ortada duran rock gruplarının klipleriyle çok farklı hatta piyasanın istediğine oldukça aykırı bir duruş var kliplerde. Bu ortak bir karar mı?

Bizim için bu oldukça olağan bir durum ve gelişme çok basit oluyor. Sanat dilimizi anlayan ama işitsel değil görsel sanatlarda oldukça yetkin arkadaşlarımızla çalışıyoruz. Yapılan toplantılar sonucu birkaç simge dışında onları şarkının görsel yorumunda tamamen özgür bırakıyoruz. Piyasanın isteğine zaten alet olmamış şarkılardan da farklı görsel sonuçlar beklemek olmaz. Bu nedenle 9 dakikalık bir şarkının el kamerasıyla çekilmiş bir görseli, ya da zaten oldukça ağır seyreden bir şarkının bir o kadar ağır bir “kılibi” ortaya çıkabilmektedir.

Türkiye'yi nasıl görüyorsunuz? Fazıl Say'ın "Terk ediyorum"'una, Türkiye'de sanata ve siyasete neresinden bakıyorsunuz?

-Ben yaşamımı çok rahat dışarıda kurup sürdürebilecek olanaklara sahip bir insan olarak vatanıma döndüm. Daha doğrusu göreceli olarak ayrı kalsam da benliğim her zaman burada oldu ve sonuçta buradayım. Oldukça yıpratıcı ve küfür edici ortamlar yaşarken bir şeyin düzgün ve yerinde yapılmasına başka nerede sevinebilirsiniz ki. Bu topraklar ait olmayan doğu ve batı kültür ithalatına rağmen hala var olmaya çabalayan bu insanları nerede bulabilirsiniz ki. Dayanak aldığımız nokta Cumhuriyettir.

Kadıköy Sound projesinde Demirhan Baylan ve Cenk Taner'le çaldınız. Açıkçası Kadıköy Müziği bir şekilde Türkiye'de rock kültürünü değiştiren unsurlardan biri. Bunun bir parçası olmak nasıl bir şey? Kadıköy'ün gerçekten müziği şekillendirdiği doğru mu?

Babi-ali den akşam vapuruna atlayan gazeteciler, yazarlar, şairler ressamlar dingin bir deniz yolculuğu ile evleri olan Kadıköy’e varırlarmış.

Kalkedon’u kuranların aklına karşıya geçmek gelmemiş. Şaka bir yana Kadıköy bir kalma yeridir. Mahalleye gelenler evlerine gelir. Dışarı çıkarlarsa kendi barlarına giderler. Sakinlik vardır. Kimisi güven der. Yaratım hep vardır. Yaratım önemlidir. Evlere gidilir. Evlerde havasız (H2O değil) eğlenceler yapılır. Herkes elinden geldiğince kendi olur. Çarşı harikadır. Meyhaneler, birahaneler tanıdıktır.

Bunların hepsi burada yaşayan birçok insanın söyledikleridir. Sanırım bizi şekillendiren bu sokakların, bu denizin, bu insanların müziğimize bıraktığı etki de budur. Artık Anadolu’dan İstanbul’a gezmeye gelen Rokırlar bir Kadıköy turu yapıyor. Sanırım Kadıköy’ün iz bırakıcı bir etkisi var. Seçerek parçası olunuyor ve gurur verici.

Kesmeşeker'le çaldınız bir dönem. Cenk Taner son röportajında bir albümün herkesin farklı çalışmaları olduğu için oldukça zor olduğunu söylemişti. Siz nasıl bakıyorsunuz Kesmeşeker'e?

Sanırım Cenk’in artık bu işi en azından albüm olarak tek başına yürütme isteği var. Yoksa bir albümün zor olduğunu sanmıyorum. Hala M.Ş.Ş ile oluşturduğumuz kadroyla konserlerde çalıyoruz ama albüm işini gerçekten bir araya gelip henüz konuşmuş değiliz. Kesmeşeker Türkiye’nin en köklü ve en iyi gruplarından biri. Onun son birkaç senesine katkı yapmak, elemanı olmak, çok zevkli ve gurur verici bir şey.

Bir söz yazarı olarak beslendiğiniz müzisyenler ve şairler kimler?

-Gazeteler ve televizyon.

Olası bir Karapaks albümünde şu güne kadar ki müzikal yaşantınızdan farklı olarak bir şey denemek ister miydiniz? Bu ne olurdu?

- Denedim, yapıyoruz ve sonunu göreceğiz.


İnternet ve müzik birlikteliği hakkında ne düşünüyorsunuz? Acaba bu ilişki müziği zedeledi mi?

-Sistemin değişim aşamasına denk gelmek biz ekmeğini bu işten çıkarmaya çabalayanlar için oldukça sarsıcı oldu. Şimdi benim gibi geçinme derdi olan birçok insan müziğe verdiği mesaiyi bölüp başka bir şeyler de yapmak zorunda. Bu da yaratım sürecini ve kaliteyi değiştiren etkenler. Ama bu bir süreçtir. Bu da bizi buldu ne yapalım 12 eylül çocuklarına dokunmaz.

Bize zaman ayırdığınız için şimdiden çok teşekkür ederim. Şarkılar için yüreğinize ve bileğinize sağlık, sorular içinse kolay gelsin.

-Teşekkür ederim. Yayın yaşamınızda başarılar dilerim. Basında kolay şeyler dilenmezmiş, yeni öğrendim bu yüzden kolay gelsin demiyorum.

Tüm çalışan arkadaşlara selamlar.

Bizden de sonsuz teşekkürler ve selamlar!


Türk E-Dergi adına

Sarphan Uzunoğlu

Karapaks web sitesi:

http://www.karapaks.com/

Karapaks Myspace sayfası:

http://www.myspace.com/karapaksband

Fotoğraflar:

Erdal Mahir Curan ve belizzy


 
Elegant de BlogMundi