24 Ocak 2009 Cumartesi

UNUTMADIK



Sesleniş

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. babamız,
sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler
takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren
birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik,
doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız,
arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi
verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir
şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında,
yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin
acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük
yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven
gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar
erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin
elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin
ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş
kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı
gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık
sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi
dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla
kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik
kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşımızdaki kızlarımızı
öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz başından
keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak
fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında
bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki
topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki,
Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da,
paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin
için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma
bizi...
Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen
ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli
emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek
istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın, dedik, sokak
ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım,
unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi
savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil
dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş
Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız
bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak
istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline
değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile
almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga
vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam
sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz
titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı
gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında
vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu
düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da
susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün
bile, karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri
önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına,
demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir
şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma
bizi...
Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey
halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep
birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,
unutma bizi...
Şair : Uğur Mumcu 

22 Ocak 2009 Perşembe

BİR KIŞ SABAHI

Benim de içinde yaşamak zorunda olduğum sahte insanların sahte dünyasından sıkıldığım bir kış sabahında, o dünyadan bir anlığına uzaklaşıp nefes alabilmek için gittiğim deniz kıyısında oturuyordum. O kadar çok şey birikmişti ki içimde herkese ve her şeye sustuğumdan, kendi sesimi bile ayırt edemiyordum bu yığının arasından; kendimle baş başa kalmaya ihtiyacım vardı.

Çürümüş bir iki balıkçı teknesi, ben ve denize atmak için yanıma koyduğum irili ufaklı çakıl taşlarıydık. Derken bu yalnızlık sekiz on kişilik bir kızlı erkekli liseli gençler tarafından bozuldu. Karşımda bağıra bağıra konuşmaları, kahkahalarla gülmeleri, sohbet etmeleri canımı sıkmıştı, sinirlenmiştim; belki de ben böylesine kahkahalarla gülmeyeli çok olduğu için (yani kıskandım belki de, itiraf ediyorum.)… Onlara doğru pek bakmamaya çalışıyordum. Müziğimle gözlerimi kapatmak ve yüzüme esen rüzgârı hissetmek istiyordum. Bir an yine onlara kaydı gözüm. Aralarından üç erkek soyunuyordu. İnanamadım; kış günü denize girebilme çılgınlığını gösterebileceklerine inanmak istemedim! Şortlarla kalana dek devam ettiler soyunmaya, diğerleri de bu anı ölümsüzleştirmek için ellerinde kameralarla gözlerini arkadaşlarından ayırmıyordu. Daha da cesaretlendirme alkışlarının ardından üç genç de buz gibi suya atlayıverdi! Yüzümdeki can sıkıntısı, yerini ufak bir tebessüme bıraktı birden. Gençlik bu olsa gerek dedim; benim koca bir boşluk içerisinde geçirdiğim ve yaşımın farkında olmadığım dünyamda gençlik bu olsa gerek…

Bu kez daha çok canım sıkılmaya başlamıştı. Ben, ömrümün en güzel yıllarında koca koca insanların; amcaların, teyzelerin sorumluluklarını omuzlarımda onlardan daha fazla ve çok daha erken zamanda hissederken, ağırlığından yorulmuşken; işte karşımda yapmak isteyip de yapamadığım şeylerden biri daha… Hayata karşı tutuştuğum meydan savaşlarında ben heves kayıplarına ve yürek kırgınlıklarına uğrarken, başkaları “ Hadi canım, sen de!” dediğim bir anda benim yalnızca izlemekte olduğum denizle kucaklaşmaktaydı.

Kendi hayal kırıklıklarımı teselli etmeye çalışırken başkalarının mutluluklarını izlemekten sıkıldım…

Üzüldüm,

Üşüdüm…

Derdim başkalarının mutlu olması değil, kışın ortasında öyle denize atlamak da değil; derdim benden uzak olan huzur ve varlığını bana mütemadiyen hissettiren şu mutsuzluk…


Leyla Belma GAZİ

19 Ocak 2009 Pazartesi

düşündüm

kaçı ölümüne sözler verip
sözleriyle beraber ölmüşlerdi

ya da kaçı ölüm pahasına
sözlerini sahiplenebilmişlerdi

kaç kişiydik
kaç farklı insandık
kaç kere sevdik ya da
kaç gönülde bulunma zevkini
kaç kadının sıcaklığını
ya da kaç para idi
tüm bunları kaç kere
kaç kişiye söylemiştik..

bu soruların önemsizliğini farkettim
çünkü sorular bugüne kadar hep yanlıştı
yanlış sormuştum
bugüne kadar hep yanlıştım

soru kaç ile değil
kim ile başlayacaktı

kimdi o kişi(ler)
kim farklıydı
ya da kim insan olabilmişti
kim(ler)i sevdik
kim sevdi beni-seni-bizi-onları ya da en azından bu dünyayı
kim gönülden söyledi
kim gönüllerimizde yer tutabildi
tüm bunlarda kim vardı
kime söylenmişti..

düşündüm
geçen yılları

hayatımın en anlamlı yıllarında
kim vardı yanımda
kimdi ya da kimlerdi
bilenler sevdiğimi
kimler paylaşabilmişti
açıp yüreklerini
sevdiklerini söylebilmişlerdi
dertlerimizi bilen
çareler türetenler kim(ler)di..
en beklenmedik anda
yolları kimler hiçe saymıştı
kimler daha bir sıkı sarılmış
kimler merhabada kalmıştı..

düşündüm
cevaplar buldum.
çoğunda kardeşim dediğim adamı
seni buldum
''hayata karşı silah arkadaşım''
sendin sevdiklerimi bilen
sendin her adımda yanımda olan
ve yine sensin bu cevabı okuyabilecek
ve yine sana yazılacak bundan öteki
kardeşlik türküleri


kaç sorusunun anlamsızlığını
kim sorusunun aydınlığında buldum



(Leyla Belma Gaziye de hoşgeldin diyorum)

18 Ocak 2009 Pazar

Yeni bir yüz...

Tehlikeli Bölge kısa süren sessizliğini yeni bir yazarla bozuyor. Leyla Belma Gazi yazılarıyla aramızda. Her alanda yazmaya devam ederken, en önemlisini edebiyatı çok boşladığımızı düşündüğüm bu günlerde, bu boşluğu en iyi doldurabilecek insan sanırım Leyla...

İyi ki geldin, biz de şiir okumak istiyorduk.

Tehlikeli Bölge ekibi adına S.U.

İKRAM

Solmuş çiçeklerin hatrına bir koku burnumun ucunda,

Anlatsam birilerine, deli diyecekler bana;

Sebepsiz ve kimi zaman yerinde terk edilişlerin anımsandığı bir gecede,

-Hoş, her terk ediliş koyar ya insana-

Biriktirdiğim düşlerin parçalanışına tanık oluyorum;

Bir daha “yeniden”i olmadan,

Bir araya getirilemeyecek

Parçalanmış yürekler yatağımda koyun koyuna…

Esrarengiz gölgeler peşimde hayli uzun zamandır,

Anlatsam birilerine, deli diyecekler bana;

Her yaklaştıklarında soğukluklarıyla kavrulduğumu hissediyorum,

Çenem kilitleniyor, uyuşuyor bedenim,

Beynim yanıyor…

Kaf Dağı’nın ardından imkânsıza aşk uzatıyorlar bana;

Ben korkuyorum, ağlıyorum…

Karanlığa çığlık atıp

Her gelene yıldız dağıtan o adam kadar cesaretli değilim ben,

Anlatsam birilerine, deli diyecekler bana;

Avuçlarımda kanayan, sözde şımarmış duyguların kırgınlığı şimdi,

Yok olmaya yüz tutmuş bir “ben”in çaresizliği;

“Biz”in tüketilmişliği…

Anlatsam birilerine, deli diyecekler bana;

Kibrit kutusuna sığdırılmış dünya

Ve lanet olası bir kadının yüzük parmağının deli arzusu, hevesi…


Aranızda olup sizlerle bir şeyler paylaşacak olmaktan mutluluk duyuyorum...

Hiç bir anınızda duygularınızdan uzak olmamanız dileğimle...

Leyla Belma Gazi




Altay Öktem: Her şiir topluma bir öneridir

Rock’n’roll Edebiyatı’nın ya da Underground Edebiyat’ın son kalesi olarak anılıyorsunuz. Bu tanım sizi ne kadar anlatıyor? Karakalem’i çıkarmak sizin için bahsedilen sıfatların getirdiği bir görev miydi yoksa bir hayal mi?

Altay Öktem: Öncelikle teşekkürler. Bu şekilde anıldığımı bilmiyordum. Türkiye’de tek tipleşmeyi bir iktidar alanı olarak gören merkezi edebiyatın nefes alma şansı tanımadığı birçok yazınsal tür var aslında. Son dönemlerde polisiye biraz kırdı bu baskıyı; bilim kurgu, fantastik, korku hâlâ birkaç genç yazarın kişisel çabalarıyla var olmaya çalışıyor. Underground edebiyatsa bunların içinde en geride kalan, kendini bir türlü kabul ettiremeyen tür.

Karakalem, elbette görev duygusuyla çıkmadı ortaya ama merkezde kendine yer edinemeyen ya da edinmek istemeyen birçok kalem için, akabilecekleri bir mecra oldu. Bu da bir sorumluluğu beraberinde getiriyor elbette. Genç, farklı, kıyıda kalan ama kıyının dili olmayı becerebilmiş herkes kendini ifade edebiliyor Karakalem’de. Böyle bir dergi çıkarmak gibi bir hayalim yoktu ama her koşulda bu dergiyi yaşatmak gibi bir hayalim var şimdi.

S.U: Türkiye’de gençlerin basılı şeyleri geçmişe oranla daha az okuduğu bu dönemde Karakalem gibi bir dergi çıkarıyorsunuz. İnternetin bu kadar geliştiği ve bu kadar çok yazının mailden maile dolaştığı bir dönemde Karakalem’i farklı kılan ne?

A.Ö: İnternet, gençler arasında çok yaygın olsa da basılı yayınların kalıcılığı ve etkisi hâlâ çok yüksek. Karakalem başka bir örneği olmayan, sanatın her alanına el atan ama belli bir konseptin dışına çıkmayan bir çeşit tür dergisi. Ayrıca dergiler, bir yazar kadrosu tarafından oluşturulan, kendi okuruna hitap eden yayınlardır. Yazarıyla okuru arasında belirgin bir mesafe vardır yani. Karakalem’in başarısı, bu mesafeyi ortadan kaldırmış olması. Okur, kendini derginin içinde hissediyor. Zaten öyle!

Tasarımı da farklı, biliyorsunuz. İnternetle haşır neşir olan gençliğe de yabancı olmayan bir tasarımı var Karakalem’in. Sayfaları, gözü web sayfasına, bloğa alışmış bir okura da yabancı gelmiyor.

S.U: Aslında sizin de internetle bağlarınızın çok sıkı olduğunu görüyoruz. Bir yazarın kendi kitlesini yaratması bir yana ailesiyle görüşmesinin bile bu kadar zor olduğu dönemde insanlarla yüz yüze gelebilecek zamanı ya da enerjiyi nerden buluyorsunuz?

A.Ö: Her şey için zaman bulunur, istemek önemli. İnternetle yakın bir ilişkim var ve bu ilişki çok şey kazandırıyor bana. Ayrıca iletişime çok önem veririm. Bana söyleyecek sözü, soracak sorusu olan birine cevap vermemden daha doğal ne olabilir? Böylece hem yoğun bir mail trafiği yaşıyorum hem de yazar, çizer, okur ayrımı yapmadan, denk geldiğinde herkesle vakit geçirebiliyorum. Fazladan bir enerjiye gerek yok aslında, zevk almak önemli.

S.U: Sizdeki bu Janis Joplin sevdası nereden geliyor? Ne zaman güzel ne zaman özgün bir şey olsa onu okuyoruz satırlarınızda.

A.Ö: Onu ben de bilmiyorum. Seviyorum, o kadar! Elbette bir sürü şarkıcı, bir sürü grup var sevdiğim ama Janis Joplin’in yeri ayrı. Sesinin tonu, vurguları, benim yazılarımdaki, şiirlerimdeki tonla akraba gibi. Belki tuhaf bir benzetme ama bana öyle geliyor, benziyor.

S.U: Penguen’de bir yazınızda müzisyenlerin siyasi tavırsızlıklarından duyduğunuz rahatsızlığı dile getirdiniz. Sizce yazarlar ya da müzisyenler bunu var olan düzende tutunmak için mi yapıyorlar, bu sistem onlar için mi işliyor?

A.Ö: Siyasi tavır değil de, politik duruş diyelim buna. Müzisyenin politik duruşu olması gibi bir zorunluluğu yok, elbette ama şunu unutmamak gerekir ki işini iyi yapmak da politik bir tavırdır. Gerektiğinde insanları eğlendirmek de politik bir tavırdır. Benim söylemek istediğim, şarkılarda mesaj verilmesi değil. Hatta tam aksine didaktik yönü olan şarkılar müzikal anlamda çok gelişmiş olmuyor. Hayata doğru yerden bakmak önemli burada. Sadece eğlenmek için de şarkı yapılabilir. Eğlendiren şarkının bile politik bir duruşu olduğunu da unutmamak gerek ama. Ortalığa peçete saçmak, ayakkabıdan şarap içmek de bir eğlenme biçimi. Bu tarz bir eğlenceye zemin hazırlayan şarkı, yanlış bir politik bakışın eseridir. Özellikle şarkı sözlerine bakarsak bu duruşsuzluğun, boşluğun, zafiyetin bütün öğelerine rastlarız.

S.U:Türkiye’de ders kitaplarına şiirleri alınan şairler yavaş yavaş unutuluyor ya da göçüyorlar. Bundan yirmi sene sonra Altay Öktem’in yazdığı bir şiiri ya da yazıyı bir ders kitabında görme ihtimalimiz ya da Türkiye’nin böyle bir türe ve hayat tarzına alışma ihtimali ne sizce?

A.Ö:Yirmi yıl sonra ne olur bilemem ama şu anda girdiğimiz rotaya bakarsak sadece benim değil, bu kuşağın özgün şairlerinin hiçbirinin ders kitaplarına girme ihtimali yok gibi geliyor bana. Ders kitabına girmenin önemli olduğunu da düşünmüyorum ama müfredat bahane burada, önemli olan sorunuzun sonundaki “tür” ve “hayat tarzı” meselesi. Çünkü her şiir topluma bir öneridir. Bu öneriyi kabullenecek toplum henüz yok ufukta. Yirmi yıl sonra olma ihtimali de yok çünkü rotamız da yanlış.

S.U: Kitap okumak farklı bir alışkanlık, her yazar bir başka yazarın yolunu açıyor diğerine. Sizi okuyanlarda hangi ülkenin ya da yazarın eserlerine ilgi doğabilir?

A.Ö: Zaten her yazar, eğer iyi bir yazarsa, okur oluşturur. Başka yazarlara açılma isteği doğurur okurda. Bir tek beni okuyan bir kişi, okur değil “fan”dır. Bu da bir yazar için en tehlikeli şeydir kanımca. Beni okuyanın ilgisi nereye yönelir, tam olarak bir şey söylemek kolay değil ama bestsellerlara yönelmeyecekleri kesin!

Türk E-Dergi adına sonsuz teşekkürler!

"Yaşasın Halkların Sevgililiği" diyen adam hakkında.. Bir Yılmaz Erdoğan Portresi

Ülkeler de şiirler gibidir ve şairledir o ülkenin en güzel mısraları. Çünkü bir ülkeyi ve tarihini ne meydanlardaki sahte kalabalıklar ne de tarih kitapları anlatabilir. Şiirlerdir o ülkeyi anlatan ve yine şiirlerdir o ülkenin şairlerinin o boş meydanlarda sallandırılmasına neden olan. Bu haklı olmak, haklı kalmak için. Ağaçlarımız yok şairleri sallandıracak ve eskisi gibi kanlı yapılamıyor darbeler. Küfür edemeyeceğimiz için PAŞAM (!) dediğimiz kimi zoraki cumhurbaşkanı ve paşalar asamıyor artık şairleri; oysa hepimiz en az Kenan Paşa kadar faşistiz ülkenin birlik ve beraberlik masallarından ölesiye sıkıldığı bu günlerde.

Şairler vardır. Doğmuşlardır bir ülkenin herhangi bir toprak parçasında o ülkenin dünya üzerinde bir toprak parçası olduğunu bilmeyerek ve onlara öğretildiği üzere bu evrenin merkezinde olduklarını sanarak nüfusuna kayıtlı oldukları o şehirlerin. Kürt olabilir bu şair. Ahmed Arif olabilir, Yılmaz Erdoğan olabilir.

Onların şiirlerine yansır aşk ve memleketlerinde memleketsizliktir yaşadıkları, onların diliyle. Yılmaz Erdoğan o şairlerden biri. Bu toprakların uzakta kalmış bir köşesinde, bu toprakların en unutulmuş yerinde büyümüş belki. Kürt olmanın en büyük zorluğu Kürt olmayanların arasında olmaktır belki de. O Ankara’ya gitti. O beyaz kalenin, şimdinin Gökçek Derebeyliği’nin surları arasında kaybedilmeye çalışıldı sesi, bir tiyatrocu ve bir şair çıktı Erdoğan’ın içinden. Yıllar sonra şiirlerine yansıdı öteki olmanın, öteki olduğunu keşfetmenin acısı:

” Küçüktüm kürtlerin kuyruğundan söz edilirdi
nicedir uyruğundan söz ediliyor
ve kim, ne konuşsa bu mühim mesele hakkında
ciddi kanamalar tespit ediliyor hastanın dosyasında.”

Bu ülkenin uyruğundan söz edilen şairlerinden biri Yılmaz Erdoğan. Bunca yılın ardından uyruğu daha da gündemde. Belki de bu dönem PKK ve TSK çatışması altında yıpranan halkın kadersizliğine yaptığı vurgudan bu.

Ne demiş peki Yılmaz Erdoğan?

Yazgı birini kışlaya birini dağlara götürmüş.

Dininizi bile coğrafyanızın belirlediği bu ülkede her doğum bir ölüme başlangıçken hazır, bir yaşamın önsözü de yazılıyor ne yazık ki nüfus kağıdınızda. Doğum yeriniz Hakkari ya da Diyarbakır’dır örneğin, siz Kürt’sünüzdür artık. Konya’da doğmuşsanız yobaz, Trabzon’da doğmuşsanız Laz olmamanız mümkün değildir.

Kürt doğmuşsanız ve Kürt olmak için bir şeyler yapmanız gerektiğine inanıyorsanız, Kürt kalmak istiyorsanız da hayatın sizi götüreceği bir yer vardır. Yılmaz Erdoğan’a göre farklıdır bu, bir başka Kürt için farklıdır ama bunu hepimiz biliriz: Bu bir yazgıdır. Ne için ölebileceğimizi seçebileceğimiz bir dünya yok işte. Anne babanızı, ölüm nedeninizi, dininizi seçmenize izin verilmezken konuşmanıza ve düşünmenize nasıl izin verilecekti ki?

Düşünmüş Yılmaz Erdoğan. Alışık olmadığımız bir eylem. Yorumlamışız biz:

Kürtler’e, daha kötüsü PKK’lılara şehit demiş. Anladık ki yorumlamaya alışık değilmişiz. Anladık ki halk olmak için, insan olmak için, saygı duyularak ölmek için doğru dine ve doğru millete mensup olmak gerekmekteymiş. Peki insan kalmak için ne gerekir?

Ten rengi değil, takke ya da haç da değil bu. Bir bayrak altında uyumak da değil. Bir kadının gözüne bakmak, bir adamın gözüne bakmak ve bir kez olsun ölene aslında nerede ya da kimle ölmek istediğini sormak.

8 Ocak 2009 Perşembe

DİLENEN AYDIN İSTEMEZÜK


 

Özür dileme yarışına giren aydın kimselerin son olarak ortaya çıkardıkları özürdilenme sitesi malumunuzdur. Ne amaç

güdüldüğü özür gibi bir erdemin ardına dahi saklanmış olsa bunu görmememizi beklemeleri kendilerine aydın diyen

bu kimselerin neleri aydınlatıp aydınlatamadığını gayet iyi bir biçimde ortaya koymuştur.

1915 zamanlarındaki tehcir politikası nedeniyle mağdur olan yok demek kimsenin haddi değildir ancak bir milletin

haysiyet ve şerefine leke sürmek amacıyla planlı bir biçimde bu hadisenin medyaya pohpohlanması itelenmesi ve

sürekli gündemde tutulması kafalardaki soru işaretlerini arttırmakta. İşte bu noktada aydın oldukları iddia edilen

bu  kimselerin araştırma yapmaksızın, tarihi irdelemeksizin, belge ortaya koymaksızın bu tür maksatlı girişimler ortaya

koyması ne derece güvenilir bulunabilir ki...

Yazının klavyeden döküldüğü şu saniyelerde destekleyen sayısı 23927 olarak gözükmekte bunlara sorulacak soru şu: bilader

destekliyorsun katılıyorsun bu sitenin arkasında duruyorsun ve yapmadığın bir şey için özür diliyorsun.Ah be bilader söylermisin

sen bu konuda ne kadar bilgilisin.. madem  bu taraflı propagandada adınla yer alıyorsun sana birisi sorsa Ermeni meselesi

 hakkında söyleyecek kaç kelimen var.Heee diyelim ki bilgilisin araştırmışsın  o zaman sevgili birader söylermisin neden

bu araştırmaları biz bilmiyoruz ya da hali hazırda bir belgeniz yok (fotoşopta yarattığınız  sözde soykırım gibi yalan

fotoğraflarınız var M.K.ATATÜRK'ün önüne ceset koymada maharetiniz var ama bilader gerçekleri görmede hiç beceriniz  yok).

Aydın dediğimiz insanın sorunları bilimsel gerçeklikle ortaya koyması gerekmektedir.Sorunu gerçeklerden ziyade duygusallığa 

kaydırarak çözüm olanaklarını zorlaştırmak huzursuzluk oluşturabilecek şekilde bunu ortaya koymak aydın denilen insana yakışmaz.

Ulusal birliğimizi dahada geliştirmemiz gereken şu günlerde bu tür art niyetli kampanyaları dile getirmek  kışkırtıcı bir tutumla

bunu ortaya koymak ırkçılığa çanak tutmakla eşdeğer sayılabileceği bir gerçektir.Bu kampanyada dilenen özür aslında Ermeni kökenli

vatandaşlarımızı hedef almamaktadır. Bu kampanya ile masum bir özrün adına büyük bir yalan katılmakta ve bu yalanı gerçekmiş gibi

sunarak insanların duygusal yanları hedef altına alınarak kamuoyu oluşturma sevdası olduğu görülmektedir. Böylece bilimsel gerçeklerin

önü tıkanmış olacak ve bazı çıkar çevreleri buradan nemalanacak Türkiyenin şerefine kara bir leke vurulacaktır.Planları sade bir

özürle tarihimizi lekelemek ve sonrasında buradan pay çıkarmaya gidecek kadar açık ve net iken hala bunu göremeyen kendini dahi

aydınlatamamış bu aydınlarımıza akıl sır erdirmek mümkün değildir.

Ermeni meselesini tek taraflı bir biçimde ele alarak işlemek zaten olayın güvenilirlik boyutunu sarsmıştır.Kimse bu tür kampanyalar

ile suçluluk duygusu yaratıp bunu bir millete mal etmeye çalışamaz. Buna çalışan kimselerin ise ne derece olaya hakim oldukları

ve ne derece ahlaklı oldukları tartışmaya açıktır.

Akıllarda soru işaretleri bırakan bu kampanya ile bu kampanyaya destekçi olan aydıncıkları ya da aydınvarimsi takılanların ne tür

çıkarlar peşinde oldukları kuşkusu beyinlerde yer etmiştir.

 

 

unutmasınlar artık özür dilemeleri gereken bir ulus daha var ancak onların diledikleri özür ne kadar doğru ki...

ve emperyalist çarkların döndürdüğü bu aydıncıkların sözlerine ne kadar güvenilir ki...

 
Elegant de BlogMundi