26 Temmuz 2008 Cumartesi

Apolitik Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Merhaba Sevgili E-Okur. Tatilde bol bol bronzlaşılan, genel olarak gülünmesi gereken şeyler yüzünden sinir krizleri geçirdiğimiz siyasi krizlerle ilgili yorumsuzluğumuzun artık boyumuzu aştığı bir ay daha bitti. Tatilde değil de sokakta çalışarak bronzlaşan vatandaşlarımız için elbette yeterince anlamlı değildi bu temmuz. Oysa bu temmuz öyle bir temmuz ki bundan bir sene önce E-Muhtıra ile bir nevi köpek çekilen hükümet tek başına muktedir olmuştu. Gün oldu devran döndü ve bugün E-Muhtıra'nın yapamadığı Google davası yapmak üzere. Taraflar zaten anlaşmış gibi çapraz dava ile birbirini sıkıştırmaya devam ediyor. Bir yanda cebren, fikren ve kömür ile iktidara sahip sırça bıyıklı AKP diğer yanda ise her daim iktidarda olan ulusalcı ırkçı ve benzerleri karması.

Tanrı'ya (GOD,Allah,Yahova,x,y,z) teşekkür etmek lazım ki apolitik olmakla ilgili bir kural koymamış. Konuyla ilgili yasalarda da oy kullanmama cezası dışında herhangi bir caydırıcılık bulunmuyor. Zaten 12 Eylül'ün kurduğu sistem politikayla ilgili bir gençliği gazoz şişeleriyle susturduğundan ve o gazoz şişelerini sokanlar şimdi devletin kurumlarına tesadüfen (!) müsteşar olduklarından apolitik olmak devletimizce suç sayılmıyor. Küçük İskender'in "Sol Açıktan Mektup" isimli yazısında da belirttiği gibi biz artık değiştik. Shakira'yı Britney'i takip edip sizin açtığınız yoldan sizden bile istekli biçimde geliyoruz Mister Evren.

Elbette yaratılan kuşak, kısacası biz, her şeye sizin istediğiniz kadar da yabancı değil sevgisiz büyüklerimiz. E-Okur E-Yazar düzeyinde bir kucaklaşma da olsa, Türkiye'de hala örgütlenme var ne yazık ki. Nokta, Aydınlık gibi zıt görüşleri seslendiren dergiler de basıldı ve Doğan Grubu'nun çok gazete sahibini kucaklayan (!) tesislerindeki dergilerden daha çok inanan oluyor onlara. Bir de bu dergilere inanmayanlar daha doğrusu onları okumaya tenezzül etmeyenler -insanları okudukları gazetelere göre ayırmak bir nevi ırkçılık elbette; ancak posta ve benzeri gazeteleri okuyan insanların o renk cümbüşünden çıkaramadıkları en azından bir parçası olamadıkları renkli hayattır apolitik gençliğin eseri- var ki ne yazık ki bu ülkeden umudunu kesen geçmişte geleceğe umutla bakmışların yerine onlar gidiyor seçim sandıklarının başına, birbirlerine asla onlar gibilerin kurmadığı vatanın geleceğine değer verdikleri imajını vermek için. İşte o insanlar ne yazık ki Heryenekon'la Google Davası arasında kalan o üçüncü gruptan bile değiller. Onlar kararsızlar. Ne yapacağı belli olmayan insanlar. Aristo'nun demokrasi karşıtlığını günden güne tarihin haklı çıkardığı bu dünyada gerçek demokrasinin aydınlanmış bir halkla olacağına inananlara çok görev düşüyor... Aramızdaki apolitik beyinleri karıştırmamak adına bir Vedat Özdemiroğlu alıntısıyla bitiriyorum: "Bizde demokrasinin olsa olsa demosu vardır!"

25 Temmuz 2008 Cuma

Tarih Hangimizi Affedecek?

Bir soru daha sormak içimden gelmiyor bazen. Nasıl bir insanım? Bir gazeteci olabilir miyim? Bir yazar olabilir miyim? Bir aydın olabilir miyim? Değerli bir insan olabilir miyim? Böyle sorular vardı kafamda eskiden. Şimdiyse çok değerli olarak adlandırılan insanların gereğinden fazla değersiz oluşları beni güldürüyor. Anlaşılması güç bir döneklik yapmaktan kaçınanlardanım. Döneklik yapmaktan kaçınmak diyorum çünkü dönmek desem siz nasılsa bunu dönekliğe çevireceksiniz; ancak ortada bir gerçek var, ister savcı Fethullahçı olsun, ister sanıkların %2'si suçlu olsun düşünürken bile korkudan beni öldüren bir haberim var içime:

Aramızdan biri bile yeterince masum değil artık!

Necip Hablemitoğlu'nun Eşi Hanımefendi'nin ADD'den (Atatürkçülüğü düşürme derneği miydi?) ayrılması örneğin. Neden sorusunu sormuyoruz çünkü her şey ortada:

Şener Eruygur Ergenekon'un Er'i imiş ya da öyle olduğu söylenegelmiş. Bu satırlar savcının dava önergesi tamamen kabul edilip tüm şimdilik Sözde Ergenekoncu Arkadaşların sanık haline gelmesi üzerine yazılıyor.

Bu haftaki Uykusuz kapağı bazı şeylere iyice açıklık getiriyor ve Ergenekon'un yorumlanışını ve davanın seyrini o kadar güzel eleştiriyor ki.. Resme tıkla
yarak ilgili kapağı görebilirsiniz. Kısacası Ergenekon her kesimin kendini temizleme, bugüne dek kirletilmemiş ya da kiri ortaya dökülmemiş sözde kemalist ya da faşistlerin ise kirli çamaşırlarını ortaya çıkaran bir operasyon oldu. Şimdi yargı süreci başlıyor.

Bir yandan iktidar partisi kapatılıyor, bir yandan ülkenin temel ideolojik taşlarını (Volume 2 by İsmet İnönü) bir güzel sorgudan geçiriyor yine devletin kendisi. Devleti korumak adına bu işi yaptıklarını söyleyen AKP ve Ulusalcı Cephe Laik ve Üniter devlet yapısına aykırılıktan yok edilmeye çalışılıyor.

Kirli gazeteciler kirli gazeteciliklerini yapıyor, MHP'cilik bile oynayan İlhan Selçuk'a ve fanatik emekli memur gazetesi Cumhuriyet'e inanç tükeniyor. Çalık Grubu'nca basılan Taraf bile inandırıcı olabilmeyi başarıyor ve Alper Görmüş'ün ortaya çıkardıklarının gerçekliği günden güne ortaya çıkıyor.

İslamcılar ve liberallerin, solcular ve faşistlerin kol kola gezmesi derken kastedilen buysa eğer, bu işte cidden bir kasıt var.



19 Temmuz 2008 Cumartesi

Taraf Çalık El Ele, Saygıları AKP'ye

Ahmet Altan Taraf'ta Fethullah'la bir ilişkileri olmadığını, Zaman'la da bir göbek bağları olmadığını isteyenin Taraf'ın nerede basıldığını anlaması için künyeye bakabileceğini söyledi ya, üşenmedim baktım ve karşıma AKP'nin yayın organlarından TURKUVAZ Medya Grubu'nu buldum. Açıkçası çok şaşırtıcı değildi bu sonuç. Aşırı AKP yanlısı tutumu ve Doğan Grubu'na bu derece saldırması çok doğal Taraf'ın bu çerçeveden bakıldığında. Alkım Grubu zaten kendini satsa bir günde 150.000 gazete basacak kapasiteye sahip değil. Peki Çalık neden Taraf'ı desteklemek istesin. TSK'nın üstüne giden bir Sabah Gazetesi hızlı bir biçimde okur kaybederdi çünkü. Üstelik, Sabah neo-liberallere değil köylere de giden bir gazete. Taraf'ın derdi belli. Emniyet müdürlerini konuşturacak parayı nereden buldukları ortaya çıkmış oldu.

18 Temmuz 2008 Cuma

Bir Yürek Çarpıyor Hala

Biliyorum orada bir yürek çarpıyor hala
satırlarım sesini duyanlara...

Yazılabilsede çok şey her bir satıra
geriye kalanlar duyamadıktan sonra sesini bir kez daha
gözlerini gözleriyle yakalayamadıktan sonra
yazılan bu satırlarda anlamsız kalıyor aslında

neler bıraktın arkanda bizlere "hatıra"
saygı duyulası sessizliğin mi emanet kalanlara
ilkokul hocanın söyledikleri göstermekte aslında
ne kadar sağlam karakterli olduğunu kısa yaşamında

bir kaç satır bir kaç hatıra
ve elveda
gencecik yaşta
yapılacak onca işin arasında
elveda demen sevdiklerinden önce
hayatla vedalaşman..
elveda demen hayata...
sessiz sedasız gitmen
canlı kanlı karşımdaki adamın
bir gecede hatırlardaki adama dönüşüvermesi.

gözlerden asağıya süzülen her bir damlada vardın aslında
gördüm seni orada
gördüm sendin o gözlerde hayat bulan damla...



''Hakan İNTİKAM'ın Anısına''
Beysim ÖZTÜRk

Acil Demokrasi!

Başlığı bir şarkı sayesinde anımsıyorsunuz. Bulutsuzluk Özlemi'nin bir şarkısı. Kaç yıl önce yapılırsa yapılsın değişmeyen gerçekleri anlatan bir şarkı. Kanunların kaçıncı madde oldukları değişse bile, saksılardaki düşünceler gübresizlikten yeşermeyi bile beceremezken, gübresi yerinde olanların üstüne deliler işiyor. Açıkçası biri onları işemeye zorluyor da olabilir. Ergenekonlar, tarikatlar, büyük büyük birlikçi partiler, medyayla bağıntısı sızıntı dergisinden ibaret olanlar, sadece Zaman okuyanlar, sadece Cumhuriyet okuyanlar, yani saksıdaki kurtlar, içten içe yiyorlar ormana dalıp diğer çiçekleri. Hele ki o çiçekler saksıdan çıkıp hayatın ortasında ise.

Bugün öldürülen yazarların, aydınların ya da öğrencilerin her birinin birer çiçek olmadığını kim söyleyebilir? Böyle bir vicdan Yunus'un ya da Pir Sultan Abdal'ın yaşadığı topraklardaki hangi canlıya ait olabilir acaba?

Ece Temelkuran, 24 Kasım 2002 tarihinde sol ideolojiyle ilgili bir yazı yazmıştı. Özetle solcuları solcu gibi değil de sağcı gibi yaşamakla eleştiriyordu. Bugün bile birçok Temelkuran severinin duvarlarında asılı olduğuna emin olduğum ve solcu gibi yaşamak konusunda insanları biraz olsun umutlandırdığını düşündüğüm bu yazı aslında devrimsel bir nitelik taşıyabilirdi. Peki ne oldu da solcular solcu gibi yaşayamadı? Ben bu yazıya boşu boşuna saksılardan ve çiçeklerden bahsederek girmedim. Boşuna "Acil Demokrasi" demedim. Bugün burada saksıya işeyip doğanın tam ortasında gerçeği arayan çiçekleri öldüren çocuğu anlatacağım size.

O ki çoğunlukla ailevi bir trajedinin ortasından çıkıp gelmiş, muhtemelen kalbi kırık, son aldığı mektup icrayla ilgili ve son dokunduğu kadının değerinin üstünde ne yazık ki Atatürk resmi var. O ki çoğunlukla 90'ların Show Tv ve Flash Tv'sini izlemiş, Posta ya da Takvim okumuş, onları da spor sayfaları ve arka taraftaki iç gıcıklayıcı sahneleri için almış. İlk beğendiği kıza seni seviyorum yerine "Ohh yavrum bırakayım mı?" demiş muhtemelen. O ne yazık ki apolitik bir politik cinayet zanlısı. Tek politikliği eğitim sisteminin boşalttığı kafasına gereksiz derslerden kaçtığı günlerde kakılmış, muhtemelen bir mafya dizisine özenip kaçak bir silah sahibi olamadığından silah sahibi olan birinin dizinde oturtulmuş, adı Ogün ya da başka bir şey. Sonuçta o bizden biri. Görmekten çekindiğimiz onca insandan biri yani. Kendisini ve geleceğini korumak için yazılar yazan birinin devletin kötülüğünü istediğini düşünecek kadar cahil ve kandırılmış. Belki de en çok kandırılmış olduğu için.

Öğretmenlerini öldüren çocuklar, sömürülmesini engellemeye çalışan gazeteciyi linç eden halk, haber alma hakkının varlığından sadece insan hakları dersi zorunluysa haberdar gençler. Sahi biz kimdik?

Solun problemi burada, işte. "Acil demokrasi!" diye çığlık atıp sorunlara çözüm üretilebilecek bir süreçte iktidara gelememek ya da geldiğinde de halkın yanına zorla kafa tokuşturanları ya da liberal islamcı, takunyacıları takması.

Sol derken CHP demiyorum elbet. Ortanın solundan da bahsedemiyorum, bir ideolojiye bu kadar hakaret edilemeyeceğini düşünüyorum çünkü.

Aslında sol senin vicdanın, sağ ise cüzdanındır arkadaş. Ne yazık ki bana öyle bir saksı verdin ki sol gibi düşünüp sağ gibi yaşamak zorunda kalıyorum. Saksıma belki işemezler ama dışarıya olan merakım nasıl giderilir? Açıkçası çok merak ediyorum.

Hafızalarımıza Tazeleme

Açıkçası bunca zamandır burdayız.yazıyoruz.. hakkında çok şey söyleyebileceğimiz birisi var burada o da olsun adı anınlsın istedim..
Bu vatanı bizlere emanet eden Mustafa Kemal ATATÜRK'ü rahmetle anıyorum ve içinden geçtiğimiz şu karmaşık günlerde Bursa Nutku'nu bir kez daha okumanızı istiyorum.Belki kafanızda bir ampül yanar!!



Bursa Nutku




Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.
Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış
duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve
silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir”
diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de
düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp,
haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin
gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan
neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Avrupa'da Tanrı'ya İnanç Oranları


İlginç bir araştırma. Açıkçası paylaşma gereği duydum. Elbette araştırmada neye başvurulduğu bilmiyor. Biz ise kafa kağıdımıza zorla İslam yazıldığından fena halde koyuyuz.

Ömer Hayyam'dan




"bir çember çizilse merkezinde ben,etrafında sen..
ben döndükçe seni görsem sen döndükçe beni..
öyle bir an gelse ki;yarıçap sıfır olsa..."

Ömer Hayyam.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Öss Sonuçları Yanlış, ÖSS zaten yanlış!


Her yıl sokaklarda afişlerde görüyoruz. ÖSS'ye hayır. İşte şaka gibi sınavın son ürünü:

ÖSS puanlamasında onlarca beklemeli öğrencinin "Orta Öğretim Başarı Puanı" 100 olarak işlendi.


Konuyla ilgili yorum yapan öğrenciler için çizgi romanlarda küfür yerine kullanılan karakterler özet geçebilir elbette.

Bu 60.000 adayın puanını sınava girenlerin büyük kısmının sıralama ve yüzdelik dilimini yanlış hesaplanmış sınıfına sokar. ÖSYM başkanı özür diledi. Evet evet. Özür diledi!

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Yasemin Çongar Gazeteciliği: Yani Sırtımı Dayadığım Taraftayım'cılık

Yasemin Çongar Düşünmek Taraf Olmaktır teziyle yola çıkmış gazetecilerden (?) biridir. Kendisini zamanında Milliyet'in sayfalara karşı kötü davranışı olarak okumuşluğumuz vardır. Gençken (heyecandan mıdır nedir) sol dergilerde yazmış anti-emperyalist olmuş bu şahıs ABD'ye gitmi, Küba'ya yapılan taciz uçuşlarını ve uygulanan ambargoyu öven, AKP'ye CHP'ye ABD'den haber ve öğüt veren bir sopa halini almıştır. Hatta Deniz Gezmiş ve arkadaşları için dış dünyaya kapalı, anti-emperyalist aşırı milliyetçi ideolojik solcular diyecek kadar feci bir dönüş yaşamış, feleğini şaşırmış, Amerikan Doları yapıştırılmış dansöz heyecanıyla yazı yazarken yaptığı işin dans etmek değil insanlarının beyinlerini kurcalamak olduğunu unutmuş bir insancıktır.

Şimdi biz Taraf benzeri Vakit gibi gazetelerden yola çıkıp işte o meymenetsiz fuzuli kadın, vurun kesin diye fotoğrafını buraya koyardık; ancak ne o gazeteler kadar ilkesiz ne sözde demokrat Yasemin Hanım kadar dönek ne de ülkemizi satabilecek kadar şerefsiziz.

Biz bu bayrağın rengi, ayı yıldızı diyerek değil, cumhuriyete bağlanarak bu toprakları severek savunuyoruz ülkemizi. Amerikan kıçı yalamaktan dilinde yıldız türeyenlerden değiliz. Allah'ın arkasına sığınıp siyaset de yapmıyoruz.

Tek güvencemiz kendimizdir, ABD'ye gidip bir günde dönenlere selamlar!

Kesme Be Şekerim!

Kesmeşeker'i en iyi özetleyen Rock İstanbul'da Cenk Taner'in kurduğu tarihe geçen cümleydi:
"6 albüm yaptık, yüzlerce konser verdik ve hala alternatif sahnede çalıyoruz."

Tatlı,esmer bir Kadıköy İnsanı olan Cenk Taner özellikle rock müzik seven kitle için çok tanıdık bir figür. Hiçbir zaman Teoman olmak gibi bir amacı olmayan; ama her daim Beatlesvari bir karizmayla kaliteli müzik yapan Kesmeşeker'in yegane sabit elemanı Cenk Taner ve sessizliğiyle buluşmak istedik ve bu yazı çıktı ortaya.

42 yaşında harika bir kaptan Cenk Taner ve biz henüz Kesmeşeker'in tadına varabilmiş değiliz.

Kesmeşeker web sitesi haklarında bilgi almak için güzel bir fırsat.

15 Temmuz 2008 Salı

Türkiye Gençlik Birliği Darbeci Olabilir mi?


Elbette çoğumuz bu fotoğrafta yokuz. Lütfen bu fotoğrafa tıklayın ve bu fotoğraftaki yüzleri analiz edin. Aralarından Alaaddin Çakıcı,Hüseyin Üzmez çıkar mı sice? Yoksa oradaki genç yüzler herhangi bir ildeki Attila İlhan Kültür Merkezi'nde karşılaşacağınız saf Anadolu yüzleri mi?

Bu gençler bu yurdun yüzleriydi. Ergenekon Baskını'yla belki de bir kısmı fişlendi. Darbeci dendi onlara. Oysa ben masalarına oturduğumda Halkla kucaklaşan,sol ve Atatürkçü bir derneğiz demişlerdi. Halkı kucaklayan halkı yok edecek darbelerden yana olamaz. Halkı bilinçlendirmekten yanadır. Hala haklarında ilk günkü kadar güzel düşündüğüm Türkiye Gençlik Birliği üyeleri umarım hevesleri kırılmadan Türkiye için adım atmaya devam ederler.

Ergenekon var olsa bile, sapla saman ayrılmalıdır.

Aydemir Güler: Hangisi Olmaz?

Ülkemizde Sol görüşün en sağlam kalesi olarak görülen TKP'nin başkanı solun şeriat darbe ikilemine sol.org.tr'de yazdığı bir yazıyla açıklık getirdi.

Açıkçası sol görüşün bulanık sudan berraklığa ulaşması açısından çok önemli bir metin olduğuna inandığım bu köşe yazısını kullanmakta sakınca görmüyorum, çünkü TKP'nin kendini anlatması Türkiye'nin kazancıdır.


Sol Haber Portalı'ndan alınmıştır.

Darbe mi şeriat mı? Hangisi daha gerçek tehlike?

Solda bir yaklaşıma bakılırsa, şeriat bir kemalist paranoyası. Elitist, tepeden inmeci, toplum mühendisi, jakoben vs vs odaklar toplumu şeriatla korkutarak işlerini görüyorlar…

Başkaları ise dünyada ve Türkiye’de darbe devrinin kapandığına inanıyorlar. Ne kadar küreselleşmeden payını aldın, o kadar darbeden uzaksın. Dolayısıyla darbe korkutucuları da başka bir çarkın dişlisi.

Kapsayıcı ve gerçek sol siyaset mi istiyorsunuz, bu ikisini üst üste bindirmelisiniz.

Nasıl? Akla yatkın görünmüyor mu?

Bir zamanların ne darbe ne şeriat sloganını veya bu slogana ebelik eden eşit mesafe doktrinini ters yüz edip iki hayali tehlikenin de üstüne birer çizik attıktan sonra, size ne kalacak? Şeriat ve darbe konusunda olup bitenlere “suni gündem” mi diyeceksiniz, yoksa bu politik gündem maddelerinin ötesinde ve bunlarla ilişkisiz bir liberal saldırıya karşı gerçek emek mücadelesinden mi söz edeceksiniz?

Siyasette suni gündem diye bir şey vardır elbette. Ancak genel olarak süs ya da aksesuar olarak. Süsler ve aksesuarların maddi süreçlerde hiç yerleri olmadığını söyleyemeyiz.
Ama o kadar. Maddi süreçlerin düpedüz üstünde döndüğü tartışmaları, tarafların ortalığı kana buladıkları mücadeleleri suni saymak gerçeklik duygusunu yitirmek olur. Ve, ne sermaye liberal saldırısını “şimdi ben emekçi halkı soyacağım” diye yürütür, ne de karşı mücadeleler göz alabildiğine uzanan bir emek okyanusuyla resmedilebilir. Emek-sermaye mücadelesinin kendini saf haliyle değil, ideolojik ve politik çatışmalar biçiminde ortaya koyduğunu ne zaman öğreneceğiz?

Sermayenin liberal saldırısı, emperyalizmin bölgemizi yeniden yapılandırması ve Türkiye’nin bu süreçlere uyumlulaştırılması. Bir tarafın darbe çığırtkanlığı, uyumlulaştırma operasyonunun pankartıdır. Liberalizm eleştirisi tutuculuk, anti-emperyalizm dünyadan kopmak diye basınç altına alınacak, darbe değil toplumun direnç dinamikleri köreltilecek. Olan budur. Bunun son veciz ifadesi AKP’nin soldan sorumlu milletvekili tarafından Gülen tarikatının gazetesindeki söyleşisinde dile getirildi: “Türkiye Cumhuriyeti değil 12 Eylül rejimi tehdit altında.” Kendisini ortak akıl mitinglerinde görmek istiyoruz!

Bugünün Türkiye’sine bakıldığında darbenin ve darbeciliğin tasfiye edildiğini sananlar olabilir ama bu böyle sanılsın diye uğraşanların “yanlış düşündüğünü” sanmak daha büyük yanılgı olur.
Türkiye’de emperyalizm ve sermayenin önündeki pürüzleri temizlediğiniz ölçüde demokrasiye yaklaşılmaz. Tersine darbenin altyapısı tahkim edilir. Yarın öbür gün, dönüşmekte olan Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalizmin işini yapması için darbe tipi yapılanmalara gereksinimi olacaktır. Büyük soygun döngüsü kapının dışına ittiği emekçilere nelere hakkının olmadığını tüm somutluğuyla gösterecek araçlara gereksinim duyar… Çok söyledik, tekrar etmeyeyim.
Peki darbe nedir? Pinochet ile Evren’in torunlarının, dedelerinin ruhu adına “ekibi yeniden toplamaları” mı? Biri diğerine benzetilemeyen darbeler yaşamış bu ülkede tek modelli siyasi yapı algılaması nasıl olmuş da bu denli yayılmıştır? Emperyalizmden ve sermayeden bağımsız bir darbenin kural ve konu dışı olduğu, hele Türkiye’de nasıl atlanabilir? Emperyalizme ve sermayeye yanaşıldıkça darbe tehlikesi güncelleşir.

Şeriat tehlikesi denen nesne de yeşil bayrakların çekilmesi, sakalların uzatılması, şeriat mahkemelerinin kurulması, insanların taşlanması mıdır? Kimileri bu ve benzeri örneklerle kendilerince dalgalarını geçip ardından ciddileşmekte ve İslam’ın Türkiye’de nasıl olup da modernleşmenin parçası olduğuna dair analiz attırmaktadırlar. Evet, böyle şeylerin olma olasılığı, Sivas’ın üstünden yalnızca 15 yıl geçtiğini hatırlayıp dikkatli konuşursak, “sistematik” hale gelme olasılığı yoktur. Anadolu’da açıkta alkol satılmayan, Ramazan’da dışarıda ağzınızı oynatamadığınız yerler zaten hep vardır; ama ne Türkiye burjuvazisini ne batılı ortaklarını boğaz tepelerinin zevkinden kimse mahrum edemez. Ne de 70 milyonluk alkollü içki pazarından!

Peki şeriatçılık tehlikesinin doğrudan ve başka seçenekleri dışlayarak göndermede bulunduğu bir zaman ve mekan var mıdır? Muhammet mi, dört halife mi, Suudiler mi, İran mı, Menemen mi…
Burası Türkiye’dir! Kapitalist ve emperyalizme tam boy biat etmiş Türkiye kendi gericilik modelini kendisi geliştirir. Evet Türk İslam’ının modernleşmeyle ilginç bir ilişkisi vardır. Yani Türkiye kapitalizmi dinciliği daha en başından repertuarına katmıştır. Türkiye’de bir halk İslam’ı yoktur. Halkçı karakterdeki Aleviliğin ise din mi kültür mü diye tartışılması kaçınılmaz, ne kadar sermaye kontrolüne girerse din, ne kadar halkçılaşırsa kültür olacağı da açıktır.

Uzatmayalım ve dağıtmayalım; Türkiye sermaye ve emperyalizmin denetimine ne ölçüde dirençsiz teslim olmuşsa, dinci gericilik o denli büyük ve acil bir tehlikedir.

Kimsenin mezarından çıkıp dönmesi gerekmiyor. “Ekibi toplamak” filmlerde oluyor. Tarihin çarklarının tiyatro sahnesi gibi geri dönmesi de gerekmiyor.

Şeriat tehlikesinin Türkiye işçi sınıfının hiç tanık olmadığı şiddet ve derinlikte bir gericileşmeyi kast ettiğini ise bilmek gerekiyor.

Darbe ile şeriat karşıtlığını, kürsüye elinde Kuranla çıkan generaller uydurdu. İkisi birlikte emperyalizmin ve sermayenin piyasasında serpilip boy atıyorlar. Liberalizm darbe ehliyetini de dinciliği de tekeline almıştır. Türkiye’de emperyalizme ve sermayeye aykırı ne darbe ne şeriat tehlikesi olur.

Liderler, Lider Adayları ve Özelleştirmeye Bakışları

DENİZ BAYKAL:
(TELEKOM'UN ÖZELLEŞTİRİLMESİ İLE İLGİLİ KONUŞMASI)

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Türk Telekom'un satışının, “Bir büyük olay ve facia” olduğunu ileri sürdü. Baykal, CHP TBMM Grup Toplantısında yaptığı konuşmada, Türk Telekom'a ilişkin özelleştirme uygulamalarını eleştirdi.

“AKP iktidarının konuşulacak çok uygulaması” olduğunu belirten Baykal, ancak Türk Telekom'un özelleştirilmesine ilişkin uygulamasının, sadece bugün değil, gelecekte de çok konuşulacağını savundu. Baykal, “AKP iktidarda kaldığı sürece konuşulacak demiyorum. AKP iktidardan gittikten sonra da çok konuşulacak. Bunu unutturmaları mümkün değil. Fevkalade önemlidir. Türkiye'nin de geleceğinde de çok konuşulacak konudur” dedi. Baykal, Türk Telekom'un satışının büyük bir olay olmanın ötesinde bir facia olduğunu belirterek, “Telekom'un satışı bugün ortaya çıkmıştır ki gerçekten bir faciadır” diye konuştu.

Türk Telekom'a ilişkin politikanın, özelleştirme uygulaması anlayışı içinde mazur gösterilemeyeceğini, ülke yararıyla da temellendirilemeyeceğini iddia eden Baykal, Türk Telekom'un yüzde 55'lik hissesinin, 2005 yılında Hariri ailesine ait Oger Telecom'a 6.6 milyar dolara satıldığını anımsattı.

Baykal, Telekom'un, her yıl ödenmesi öngörülen taksitten fazla satın alanlara kar getirdiğini ifade ederek, “Çayın taşıyla çayın kuşunu vuruyorsunuz. Telekom'un geliriyle Telekom'u alana hediye ediyorsunuz. Çok açık. Böyle alışveriş olur mu?” dedi.

Telekom gibi stratejik öneme sahip bir sektörde Rusya ve Fransa gibi ülkelerde yabancı sermayeye izin verilmediğini anlatan Baykal, Türk Telekom'un satışından 2 ay sonra Kurumlar Vergisinin yüzde 30'dan yüzde 20'ye düşürüldüğünü, bu uygulamayla Hariri ailesine kolaylık sağlandığını öne sürdü. Baykal, şöyle konuştu:

“Bunlar, AKP gittikten sonra da konuşulacak. Bu satışla, Türkiye'de devlet tekelinin yerine özel tekel getirildi. Özelleştirme uygulanacak denilmişti, özelleştirme doğrultusunda hiçbir adım atılmadı. Çok karlı bir özel tekel oluşturuldu. Hem de Başbakan ile yakın ilişkileri olan bir ailenin bu sektörde herhangi bir iddiası olmayan bir firması tarafından Türkiye'de Telekom alanında bir tekel oluşturuldu.” Deniz Baykal, Telekom sektörünün Hariri ailesine teslim edildiğini öne sürerek, son 2 yılda Oger Telekom'un payına düşen net karın 3.4 katrilyon lira olduğunu söyledi. Satış sözleşmesinde öngörülen yatırım düzeyinin tutturulamadığını anlatan Baykal, “Bu özelleştirme girişiminin, sektörü hızla geliştirecek bir kaldıraç gibi değil, Oger Telekom tekelinde kazanç kaynağı bir emlak gibi kullanıldığını ve yönetildiğini, teknolojinin ciddi şekilde gerileme tablosuna sürüklendiğini” iddia etti.

SON HALKA ARZ

Baykal, Türk Telekom'daki yüzde 15'lik Hazine hissesinin halka arzıyla ilgili yaptığı değerlendirmede, halka arzın, çok düşük fiyattan yapıldığını ileri sürdü. Herkesin bunu gördüğünü öne süren Baykal, şöyle devam etti:

“Halka arz, yüzde 35 içerde, yüzde 65 dışarda yapıldı. Dışarda kimler aldı bilinmiyor. Stratejik, önemli bir sektör diyoruz, kimin aldığını dahi bilmek imkanına sahip değiliz. Niye, kim aldı? Ne kadar kar etti? Bunlardan haberdar değiliz. Bunlar unutulacak olaylar değildir. Bunların bir gün gelir hesabı sorulur. Hiç kuşku duymuyorum. Bunları hatırlatmak için söylüyorum. Daha çok konuşulacak. Bunları, Türkiye böyle farkında değil, çevrilen oyunları sezmeden, anlamadan, böyle her şeyi içine sindirmiş olarak, kabul etmiş olarak değerlendirilmemelidir. Her şeyin bir zamanı, zemini vardır. Hepimiz biliyoruz, izliyoruz. Neyin ne olduğunu, arkasında neyin yattığını, hangi tezgahların, tertiplerin sahneye konulduğunu, yürütüldüğünü hepimiz gayet iyi görüyoruz. Ve bunu, bu anlayışla takip ediyoruz.”




Abdüllatif Şener: Hiçbir Özelleştirmede İmzam Yok


BU ülke adına çile çekmek, çaba sarfetmek gerekir…

Hep bildiğimi söyledim ve hiçbir zaman bildiğimi söylerken de bunu birilerini yıpratmak amacı gütmedim, sadece bildiklerimi anlattım.

Zor bir dönemde, coğrafyada yaşıyoruz.

Türkiye’nin etrafı ateş çemberi…

Irak kan gölüne dönmüş, Filistin patlamaya hazır bomba gibi, büyük güçler Ortadoğu haritasını yeniden çizmek için uğraşıyorlar.

Kahraman evlatlarımız, ordumuz bu ülkenin huzuru için kış gününde zor şartlarda operasyonlar yapıyorlar.

Elbette tüm zorluk ve sorunlar bunlardan ibaret değil!

Ekonomik alanda da sıkıntılarımız var.

Ekonominin kuralları, mücadelenin zemini değişmiştir.

Ayakta kalabilmenin yolu dünya ile rekabetten geçiyor. En ucuz ve kaliteli malı sunamazsanız, mahallenizdeki pazarı dünyanın öbür ucundaki rakibinize kaptırırsınız.

Rekabet artık yöresel kentsel bazda değil, dünya çapında yapılıyor. 1980 yılında dünya milli geliri 10 trilyon dolardı, sermaye stoku 12 trilyon dolardı. Şimdi dünyanın milli geliri 50 trilyon oldu, sermaye stoku 150 trilyon oldu.

Para parayı kazanıyor.

Paranın en fazla para kazandırdığı ülke artık Türkiye oldu.

Cari açık büyüyor, devasa boyutlara geçiyor. Bununla birlikte paranın en fazla para kazandırdığı ülke olduğumuz için, yabancı sermaye yani size ait olmayan döviz, para kazanmak için buraya geliyor ve açığınızı kapatıyor.

Ancak, açığınız kalıcıdır, yabancıya ait para gidicidir. Ülkenin rekabet gücü dediğimiz şey, üreterek açığı olmayan bir ülke kurmaya bağlıdır. Üreten, satan, rekabet eden, iç pazarı da dış pazarı da dolduran, geliri giderinden daha fazla olan bir ülke inşa etmediğimiz takdirde, küresel piyasalarda dolaşan ve hızla artan sermaye bankalarıyla bir sağa bir sola sallanırız.

Stratejik sektörler, yabancılaştırılmamalıdır!

Ülkeye ait olmayan para girişinin gelir gider açığını dengeliyor olması, bir sorun olmadığı anlamına gelmez. Bu, var olan bir sorunun sürekli derinleştiği anlamına gelir. Cari açığın dış dünyaya karşı ülkenin elde ettiği gelirlerle yaptığı harcamalar arasında fark var. Bu fark, 2006’da 32 milyar dolar, 2007’de ise 38 milyar dolar.

Bu açık nedeniyle büyük bir dalgalanma ortaya çıkmıyorsa, iyiye işaret değildir.

Bu ekonominin gittikçe yabancılaştığını, yabancılaşmanın derinleştiğini gösterir.

Son yıllarda ortaya çıkan olumlu gelişmelerden biri enflasyondur. Artık Türkiye'de enflasyon tek haneli rakamlara düşmüştür. İhracatımız 2007 yılı da 107 milyar dolar oldu.

Mevduat 5 yılda 128 milyar YTL'den 315 milyar YTL'ye çıktı.

Bankaların verdiği kredi 32.5 milyar YTL'den 219 milyar YTL'ye çıktı. Ancak, buna

rağmen ekonomi çok iyi gidiyor mu?

Bunu herkes kendisi düşünmelidir!

Yıllardır sanayi üretim endeksi sürekli artmıştır. En son belli olan rakam Aralık ayında açıklandı. Yıllar sonra eksi seviyelerine gelindi. Çok önemli bir sinyaldir, dikkatli izlenmelidir. Madencilik sektörü yüzde 8.4, tekstil yüzde 13.7, giyim sektörü yüzde 8.1, toprak ürünleri yüzde 13.8, makine teçhizat yüzde 11.4 azalma yaşanmıştır. Son yıllarda çok küçük miktarlarda da olsa işsizlik oranında bir azalma eğrisi vardı. Son 3-4 aydır işsizlik trendi, işsizlik eğrisi, başını yukarı kaldırmış, artmaya başlamıştır.

Enflasyon tek haneli rakama getirilmiştir.

Ancak, enflasyon artık nedense bir daha aşağıya inmiyor. Her türlü baskı yapılmasına rağmen, indirmek için kemer sıkma yöntemleri uygulanmasına rağmen enflasyonda artık aşağıya inmez hale gelmiştir.

Düşük gelir grupları büyük çoğunlukla gelirinin tamamını harcadığı ürünlerde enflasyon miktarının resmi enflasyon miktarının üstünde olduğunu görüyoruz. Geçim sıkıntısı açısından bunun son derece önemlidir.

Yıllık yüzde 8 enflasyon var diyorsunuz, ancak gıda ürünlerinde enflasyon oranı yüzde 12.5'dir. Bu gözden kaçırılmamalı. Toplumun harcama düzeyinde düşüşler var bu nedenle piyasada sıkıntılar yaşanıyor

Hükümet politikaları, kendi girişimcisini güçlendirmeye yönelik olması gerekmektedir. Özellikle özelleştirme konusunda dikkatli davranılması gerekir. Avrupa'da ve dünyada özelleştirme, hatta özel şirketin satışında bile çarpıcı örneklerinin yaşanıyor.

Geçen yıl bir Çin firması, bir ABD petrol firmasını 18.5 milyar dolar vererek almaya kalkıştı, ABD senatosu ayağa kalktı, ihaleyi kazanmalarına rağmen vermediler. Daha 2 ay önce Fransızlar'ın meşhur Danone firmasını Coca Cola satın aldı, Fransızlar ayağa kalktı, vermediler. Özel sektörün birbirine satışına bile izin vermiyorlar.

Almanya, Hollanda daha sonra stratejik sektörlerin yabancılaştırılmamasıyla ilgili kararlar aldı. İtalya'da finans sektörü özel koruma altındadır. 3 aylık bir dönem özelleştirmeye baktım. Politikalardaki ayrışma nedeniyle özelleştirmeyi bıraktım. Aslında özelleştirme kurulu üyesi yapıldım. Onu da bıraktım.

Yapılan özelleştirmelerin hiçbirinin altında imzam yoktur.

Özelleştirmeye tarafım, ancak her şey sınırsız yabancı sermayeye açılmamalıdır.

Mizojin: Kadın Düşmanlığı ve Cem Şancı


Mizojin çok tartışılan bir terim. Dini, felsefi ve sosyal boyutu olması nedeniyle her an her yerde karşımıza çıkabiliyor. Tabii tartışılıyor olmasının asıl sebebi mizojinin kelime olarak "kadın düşmanlığı" anlamına gelmesi. Kadın terimi kavramsal olarak zaten bin bir türlü bakış açısı ile değerlendirilirken işin içine "düşmanlık" girince siz düşünün olayın boyutunu...

mizojini teriminin kökü yunancadan gelir. geyn=kadın ve miso=nefret kelimelerinden türetilmiştir.

Kadın düşmanlığı ilk etapta kişinin çocukluk gelişimi incelenerek ele alınıyor, Sigmund Freud bu durumu Oedipus kompleksine bağlar.

Mizojinin toplumsal yönü de vardır. Örneğin son dönemde Bülent Ersoy'un başına gelenler güncel bir örnek olabilir.

Bu terim hakkında yazılmış en detaylı kaynak Bloch, R. Howard'a ait. Kendisi Misogyny, Misandry, and Misanthropy adı ile bir kitap yayımlamıştır. Kitapta işin doğası,formatif yapısı ele alınmıştır.

Felsefecilerin olaya bakışını burdan bakabilirsiniz. Tabii Friedrich NIETZCHE ve Schopenhauer'den başka, Aristo'nun da bir mizojinist olduğunu belirtelim. Kadın -dişi- tanımını, "sakat ve eksik olan erkek" olarak yapmışlığı vardır.

mizojinist erkeklerin çoğunluğu maskulist (erkeklerin deneyimleri üzerine bina edilmiş toplumsal teori ve politik bir hareket tarzı) olduğu iddia edilse de, tüm toplumsal tabakalarda görülüyor olması bu tezi çürütüyor. Her erkek aynı zamanda mizojist özellik taşıyor deniyor. O potansiyel varmış.

Türkiye'de ise mizojinist olmakla suçlanan bir yazarımız var: Cem Şancı

Bu isim özellikle ekşi sözlük okur ve yazarları için tanıdık oldukları bir nicki hatırlatacaktır. Tekrar tekrar deşifre etmeye gerek yok sanırım. Peki Cem Şancı kadın düşmanı mı?

http://cemsanci.com/foto/cem%20sanci%2017.jpg

Ben Cem Şancı'nın bir kitabını okuyabildim henüz: Ayastefanos Yalnızı. Özellikle kitabın sonunda verdiği mesaj kadın düşmanlığından çok kadının üstüne yüklenen rolün kadını nasıl kendinden uzak kıldığını ortaya çıkarıyor ve yalnış sanılan erkek bakış açısının hem doğru hem de yanlış olduğunu ortaya koyuyordu. Çünkü erkek de eskisi kadar sevemiyordu artık. Bu ise belki de 21. yüzyılın ve 90'ların getirdiği bencil insan tipinden kaynaklanıyordu.

Zaten Kızlar Aşık Olamaz gibi tezleri yok tam olarak Cem Şancı'nın. Olmamaları için gerekli yapının atmosferde ve genlerinde var olduğuna dikkat çeker ve ekler:

"Kadın kısmında orospuluk switch'i doğuştan on geliyor!"

Mutlu Tönbekici VS. Ruhat Mengi

Her şeyi başlatan Ruhat Mengi'nin 8 Temmuz 2008'deki yazısının başlığıydı: "Cumhuriyeti niye Nişanyanlandırıyorsunuz?"

Ruhat Mengi bir düzeltme yayınlayarak bazı okurların yanlış anlamasından ötürü Nişanyanlandırma'nın eşinin kafasına dışkı döken Nişanyan'dan yola çıkarak ortaya konmuş bir deyim olduğunu ve anlatılmak istenenin "Cumhuriyete niye bok atıyorsunuz?" demek olduğunu yazdı.



Mutlu Tönbekici ise Ruhat Mengi'nin okurlarını gerzoluk ve benzeri ithal hakaretlerle suçlayıp, birkaç otobüs takipçin var dedi.

Sanırım Mutlu Tönbekici'nin hazımsal problemleri var. Ablasının dahil olduğu Nişanyan familyasının iğrençliğini adamın kitabı çıkacak diye kapamaya çalışan maskesinden henüz sıyrılmış kolpa ideoloji sahibi liboşumsu ve fakat hiçbir şey Tönbekici şahsen benim de pek sevmediğim; ancak güvenilirliğine inandığım Ruhat Mengi'ye hakaret ediyor. Sanırım Vatan O'na fazla tırtıklı geldi. Radikal verelim, Taraf verelim, Sabah verelim biz en iyisi kendisine. Yoksa kuyruk acısıyla yapılan gazetecilik adamı siler...

Nihat Genç: Yeni Ergenekon Taraf Gazetesidir

Nihat GENÇ
Nihat GENÇ

Tarih: 8 Ağustos 1-07 Perşembe


Ben kompleksleri olmayan, kendine güveni olan, kapımı çalan herkesle de görüşmeye çalışan bir yazarım.

Şöyle söylesek daha iyi olur. İşbirlikçi olmayan kesimlerle röportajlar yapıyorlar. Fakat, mesela ben Anadolu’da Milli Görüş’e ve Milli Görüş camiasına çok şey veriyorum, konferans veriyorum, seminer veriyorum. Milli Görüşçülerle çok sıkı fıkı bir ilişkimiz var. Sebebi, onlar da Anti-Amerikancı, onlar da Avrupacı tezlere karşı. Tahmin ediyorum, Baran Dergisi de işbirlikçilere karşı bir kavga veriyor ve milli duruşu olanlarla konuşmaya çalışıyor. Onların tabii yayın politikası.

Ben hayatım boyunca şiddete bulaşmış hiçbir yapıyla ilişki içinde olmadım, bundan sonra da olmam. Ama bu derginin, çocukların içinde, mesela çok genç yaştan beri, böyle hani aynı kahvede İslamcı mahfillerde tanıdığım çocuklar da var. Onlarla bazen, kahvede, dernekte, bazen böyle fikir tartışması yaptığımız oluyor. Oturduğumuz yere geliyorlar, tartışıyoruz filan. Bunlar sadece Türkiye’de değil, ülkemizde değil bütün dünyada, şiddete meyletmiş, şiddeti felsefe yapmış hiçbir kurumla, kişiyle, kuruluşla bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da ilişkimiz olmayacaktır.

Sanırım bu arkadaşlar kafayı biraz yemiş durumdalar. Nereden ne çıkartacaklarını şaşırıyorlar. Bu Taraf Dergisi’nin anlayışına, zihniyetine, tıynetine, ne yapayım gülmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Anadolu’daki irili ufaklı dergiler, gençlik dergileri, üniversite dergileri, kasaba dergileri ve Anadolu’daki çıkan irili ufaklı, medyalar oluşturmayan bu küçük dergilere Türkiye’de en çok röportaj veren insanım. Ve bu iş bana bir baygınlığa, yani bende bir yorulmaya da sebep oluyor. Çünkü haftanın iki günü bu dergilere röportaj vermekle geçiyor hayatım. Baran Dergisi de bunlardan bir tanesi. Fakat bu arkadaşların, dönüp dolaşıp bizim ismimizi bir yere yamamaya çalışmaları, tabii üstünde düşünülmesi lazım. Bir dönem beni orduya, ordunun yanına yamamaya çalıştılar. Kendileri kavramlar koyuyorlar. Milliyetçi diyorlar, uusalcı diyorlar, o yere koyuyorlar. Takımlar kuruyorlar. Kendisi yine ne yaptı; geçende bir yerde, işte bir, ne bileyim yani akıllarına ne geliyorsa, nasıl suçlayacaklarsa, nasıl küfredeceklerse, kendileri kavramları koyuyor. Mesela en çok rahatsız olduğum şey, içe kapalı milliyetçi, işte bu dar milliyetçi. Bu tür kavramları kendileri inşa ediyorlar. Biz dünyanın, bütün insanlarla, bütün komşularımızla, herkesle son derece açık, net ticaret yapmaktan, görüşmekten, bütün insanlıkla kucaklaşmaktan yanayız. Ama onların kendileri böyle şey yapıyorlar. Böyle kavramlar koyuyorlar. Mesela ben, hayatım boyunca hiçbir otoritenin adamı olmadım. Bir parti, dernek, kurum, kişi, çete hiçbir şey.

Şahsım, gençliğimden itibaren böyle bir anarşist tarafım var. Hiçbir otoriteye boyun eğmediğim gibi, otoriter ilişkilere de girmedim. Basit bir dernek ilişkisi dahil. Yazarlık bunu gerektiriyordu. Ama onlar bizi her yere yamamaya çalışıyorlar. Fakat bu arkadaşlar, bu ülkenin çok sevilen, kitapları çok satan bir yazarı, hem büyük medyada konuşturulmuyor, hem büyük medyada yazıları yayınlanmıyor. Büyük ambargo koyuyorlar. Bunu niçin özgürlükçü yanlarıyla bunu tartışmıyorlar. Niçin bunu gündeme getirmiyorlar. Yani 2000 satan dergilerde, 3000 satan dergilerde bile röportajlar çıktığı zaman, bunlardan da mı rahatsız oluyorlar? Müsaade etsinler de, 300-400 satan dergilerde hiç değilse yazılarımız çıksın.

Yani, artık bir komedi, çılgınlığa doğru gidiyor. Bunlar büyük bir paranoyayı bölüşüyorlar. Bölüştükleri paranoyanın aynısını Sırbistan’da, Ukrayna’da uyguladılar. Lübnan’da uygulamaya çalıştılar. İşte bu şey, paranoyaları, işte köhnemiş devlet, gerici devlet, bilmem ne falan gibi, Silahlı Kuvvetler’e şey. Bakın ben size söyleyeyim; Ergenekon diye bir şey 90’lı yıllara kadar vardı. Ama bundan sonra Amerika, bu Sovyetlere karşı, veya sol yapılara karşı kullandığı bu ergenekonu çökertti. Ve bu adamlar işsiz kaldı. Şimdi yeniden Amerika, yeni bir Ergenekon oluşturdu. Bu Ergenekon Can Paker’in Soros vakıflarıdır. Bu Ergenekon Taraf Gazetesi gibi nereden nasıl aldığı bilinmeyen, ama benzerlerini Sırbistan’da, Ukrayna’da gördüğümüz yapılardır.

Taraf Gazetesi Türkiye’nin yeni Ergenekon’udur. Bunlar yeni gladyodur. Bunlar hiçbir zaman şeyin, Türkiye’nin, bu toprakların menfaatini düşünecek, bu toprakların değerlerini düşünecek bir cümle etmemişlerdir. Bunlar Amerika’da, Irak’ta 1.5 milyon insana sustular. Bunlar Bosna’daki zalimliklere sustular. Çeçenistan’a sustular. Afganistan’a sustular. Ruanda’ya sustular. Amerikan üslerine sustular. Bunlar Amerika ne derse onu yaparlar. Amerikan menfaatlerinden ayrı laf edemezler. İşte 1990’dan önce de Ergenekoncular böyleydi, Amerikancıydı. Şimdi yeni Amerikancılarımız bunlar. Bunlar kendileri bir takım kavramlar yapıyorlar. Bizim haberimiz olmadan bize ad takıyorlar. İşte bize millici diyorlar, ulusalcı diyorlar. Ve bunlar çok şaşırtıcı. Türkiye’de milliyetçiliği en çok eleştiren bir ayzar var karşınızda. Ben bu ülkedeki muhafazakar yapıları, sağ yapıları en çok eleştirmiş, en çok kritize etmiş bir insanım. Ama benim adıma birileri bir şeyler diyorlar.

Ve bugün, Nihat Genç adında bir yazar Türk televizyonlarında konuşamıyor. Yani başımıza gelmedik tehdit yok. Yapılmadık iş yok başımıza. Anlatamıyoruz bunu. Gün gelir, tabii ki anlatacağız. Ama bunları konuşan, söyleyen yok. 300 satan, 400 satan, 500 satan gençler geliyorlar ve bizle röportaj yapıyorlar.

Şimdi ben mesela F Tipi cezaevlerine karşı yıllarca mücadele verdim. Fakat bunu, bu F Tipi cezaevini organize edenler de, bir şiddet örgütü diyelim, Dev-Sol’a yakın gruplardı. Onların işte, işkence, tutuklu aileleri. Şimdi, biz gidip, o tutuklu ailelerin siyasi görüşünden mi olduk? Hayır, orada haksız bir durum vardı. O haksız durumda F tipine karşı mücadele ettik. Orada belki de bu yazıları yazan, o gazetede de yüzlerce insan F Tipi mücadelesine katıldı. Şimdi biz kalkıp, siz Dev-Sol’cusunuz, şiddetten mi yanasınız dedik.

Ortak bölüştüğümüz şeyler vardır. İnsanlar gelir bize, fikirlerimizi sorar, biz de bu fikirleri destekleriz, söyleriz. Ama bu fikirlerimizde bir şiddeti besleyen cümle ettik mi? Şiddete yatkın tek bir cümle ettik mi? Asla! Bütün hayatımız ortadadır. Nereden, nasıl çıkartacaklarını bilmiyorlar. Bakın benim bütün telefonlarım dinleniyor, yüzlerce insanın dinlendiği gibi. Bütün davranışlarımızı, hareketlerimizi, yolda yürüyüşlerimizi biliyorlar. Peşimizde polisler var. Peki buna rağmen niye hiçbir şey bulamıyorlar? Buldukları tek şey bizim Baran Dergisi’ne verdiğimiz röportaj mı? Babalara daha iyi çalışmalarını söylüyorum. Eğer Amerika bu kadar zavallı insanlara para veriyorsa Amerika’ya yazık olur. Amerika’nın bu kadar düşük zekalılarla çalışması da Amerika için çok acı verici bir şey. Milyon dolarları basıyorlar, Fetullahlarla, bilmem nelerle işbirlikleri içine giriyorlar, adamların yazdıkları yazılara bak.Bu mu lan. Bulduğunuz gerçekler bu mu? Neyse söyleyecek lafım yok. Bunlar zıvanadan çıkmış, bunlar bokundan yemiş deli. Bunlara çok da laf edip, bulacak halim yok. Bu gergin günlerde çok da konuşmak istemiyorum. Of off


Nihat GENÇ

nihat-genc.com'dan alıntıdır.

Fırat: AKP gibi cici parti neden kapatılsın?

Öncelikle haber:

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, kapatma davasıyla ilgili ilginç tespitlerde bulundu.
Gazeteciler ilk olarak “AKP kapatılır mı” sorusuna Dengir Mir Mehmet Fırat, "AKP niye kapatılsın. Cici bir parti. Yazık değil mi? AKP kapatılmayacak. Türkiye bir hukuk devleti" yanıtını verdi.

Gelelim cici partinin iktidarı döneminde yaptıklarına ve bu cici partinin üyelerinin beyanatlarına:

-Kemalizm bir travma yaratmıştır. (DMMF)
-Türban üniversiteye girmelidir. (RTE)
-Türkiye'de Cumhuriyet'in sonu gelmiştir. (Abdullah Rose 1994 Posta Röportajı)
-Ananı al git burdan (Çiftçiye RTE tarafından)
-Askerlik yan gelip yatma yeri değildir (Şehitlerimize rağmen RTE tarafından)
-Allah'ın izniyle devlet dairelerinde de serbest olacak türban (Bir Belediye Başkanı)
-Atatürkçülük anayasadan çıkmalıdır. (Zafer Üskül)

Şimdi eylemler:

-Türbanla ilgili anayasa taslağı
-IMF'e olan borçlanmada kırılan rekorlar
-%21'lik elektrik zammı
-Asgari ücrette bir arpa boyu yol alınamaması
-Devleti fakirleştiren yanlış özelleştirme adımları
-Tuzla Tershaneleri'ndeki ölümlere karşı önlem alınmaması
-Kutsal dedikleri Cuma günlerinde patlattıkları bombalar.
-80 yaşındaki insanları sabaha karşı göz altına aldırmalar
-Sabah'ın ve ATV'nin devlet kredisiyle Başbakan'ın damadının yönetici olduğu şirkete satılması

Ne cici partimizmişsin sen AKP!

su

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Boşlukları Dolduralım: ******** Medya

Sevgili okur, ilk yazı münasebetiyle seni sıkmak istemediğimden muhtemelen senin de gıcık olduğun ve bol bol eleştirilmesini istediğim 4. kuvvet medyadan söz edeceğim.

Evine gazete girenleriniz (şanslı olanlarınız) bilirler. Her gazetenin bir söylemi vardır. Bu söylem gazetenin organik yanını, karakterini yansıtır ve yine gazete okuyanlarınız bilirler ki günümüz Türkiye'sinde gazetecilik karaktersizliğe en yatkın meslektir ya da gazeteler insanları deyim yerindeyse ata eşek eşeğe jet dedirtir hale getirmştir.

Aydın Doğan The Big Boss ve parmaklarının ucundaki Kartelci Medya -Kısaca Doğan Medya Grubu- günümüz medya camiasının portresinin sağ alt köşesine resmin ahengini iyice bozmaya başlayan o imzayı attığından beri işler pek de yolunda yürümüyor ve artık kimsenin ne çıkacağı belli olmuyor.

Doğan İmparatorluğu'ndan önce yine bir Doğan yazarı olan Çetin Altan'ın (Nazım Hikmet'e vatan haini değildir demiş olma onurunu taşıyan ve efsanevi TİP milletvekili olan Çetin Altan'ın mutasyona uğramış halinin yani) tosuncuklarının gazetesi Taraf ile başlamalıyım sanırım sözlerime. Bu gazete hakkında bugüne kadar Sorosçu, İBDA-C bağlantılı dahil bir çok açıklama yapıldı. Hatta gazetenin herbir şeyi, isyankar romantik babadan buldumcuk edebiyatçı ağlak insan Ahmet Altan bu değirmenin suyunun nerden aktığını tam olarak bilmediğini; ancak doğru yolda olduklarını söyleyerek suyun iyice bulanmasına neden oldu. Tahminimce The Taraf, Amerika destekli, Kürt ve İslam Sempatizanı liboş kesimin mastürbatörü olarak atıldı ortaya. Sağa sola serpiştirdikleri yalandan sendikal haberlerle de liboşların ve eski solcuların kimi damarlarını kabartıp okur sayısını arttırdıklarını garanti edebilirim. Elbette iş burada bitmiyor. Taraf'ın karaktersizlik sorunu olmaması yani Taraf olması çoğu konuda aksi yönde düşünen benim bile dikkatimi çekiyor şu günlerde. Ergenekon Olayı'nı ve delillerini çoğunlukla ortaya çıkaran, bir çok kanıta ulaşılmasını sağlayan, MYY ve O'nun gibilerin gazetelerine almakta tereddüt ettiği şeyleri rahatça yazan Taraf Türk Demokrasisi için gerekli (dozu aşırı kaçan Vakit'e nazaran) Türk Gazeteciliği içinse hoş bir örnektir.

Yakın zamanda AKP kapatılsa bile yerine gelen çakma AKP döneminde Taraf yazarlarının göbeklerinin ve ceplerinin şişmesine şaşmamak, rollerini çok iyi oynadıkları için TARAF yazarlarını tebrik etmek gerekecek sanırım. Radikal'in gösteremediği objektif bakış açısını, Aydın Doğan'a emanet ideolojisini böyle taraflı bir gazetenin delip geçmesi oldukça garip görülebilir; ancak Birgün gibi ilkeli gazeteleri de Kürt Sempatizanlığı, Romantik Solculuk gibi zırvalarla suçlayanlar için Taraf'ı ve demokratik bakış açısını sadece liboşlara özgü sanmak sanırım 21. Asır'ın ne varsa liberallerde var mantığının hastalıklı ürünüdür.

Dediğim gibi her siyasi kriz gibi bu siyasi kriz de birilerinin göbeklerini ve cüzdanlarını şişirecek, Nihat Genç gibi Emin Çölaşan gibi kalemler sahalardan uzaklaştırma cezasını hakemlikle hiç de alakası omayan sırça bıyıklının memurlarından almaya devam edecektirler. Bizeyse bu piyesin keyfini çıkarıp, İnönü ve Menderes gibiler yüzünden bir boka benzememiş Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürk Dönemi'nin daha iyi anlaşılması için neler yapılabileceğini düşünüp, çok geç olduğunu görünce rakı masasında milleti kurtarmak kalır.

13 Temmuz 2008 Pazar

WANTED: YA SİZ DÜŞÜNDÜĞÜNÜZ KİŞİ DEĞİLSENİZ?

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/9/98/Wanted_film_poster.jpg

Timur Bekmambetov isimli Kazak asıllı bir yönetmen çekmiş filmi dediklerinde, felaket bir atv prime time doldurma filmi çekiliyor sanıyor insan. Sonra teaser'ı gördümcük olunca, efektlerde çakma Matrix havası seziliyor. Filme karşı önyargıyla doluyorsunuz sevgili okur ve bir gün o filmi izlemek için büyülü koltuğa oturduğunuzda film size aslında düşündüğünüz kadar basit biri olmayabileceğinizi söylüyor. Siz de filme şunu diyorsunuz: "Sen de düşündüğüm kadar basit değilmişsin, hatta hastasınım."

Aksiyon, macera türü çizgiroman uyarlamaları arasından en sevdiklerimden biri oldu Wanted. Salondaki 20 erkek 1 kız nüfus biz erkeklerin aksiyon ve macera filmlerine olan tutkusunu (Angelina Jolie ile alakası yok elbette) ortaya koyuyordu.


Gece: Hoşuma Gitti!

2005 yazını hatırlayanınız var mı? Hızlı tüketirken hayatı o yaz aynı gün piyasaya çıkan Can Kırıkları ve Seni Kendime Sakladım'ı alırken yaşadığım o büyük sevinci anlatamam. Bu yaz ise bizim karşımıza farklı bir şey çıkarıyor. Rock Müzik Piyasası'nda kendine yer edinmiş sanatçılar yerine yeni indie gruplar çıkıyor. Bunlardan biri de Gece.


http://www.michaelshow.net/haber_img/6359.jpg

Koray Candemir'in el vermesiyle bir albüm yapmış Gece. Kökleri çok eskilere dayanan bir grup. Bir dönem Manhattan'da çalmışlar. 2005'ten beri grup büyük çoğunlukla bir arada. İçinde Saklı adının hakkını veren çok tempolu bir albüm. "Neden Türkiye'den bir Franz Ferdinand çıkmasın?" gereksizliğine katılmıyorum. Oldukça tatlı bir albüm olmuş. Kreş'inkine nazaran daha eğlenceli bu albümün bana göre favorisi "Hoşuna mı Gitti?" başlıkta da görüldüğü üzere.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

Abdüllatif Şener: Alternatif mi, kukla mı?


AKP'nin kapatılması davasının açılmasından çok önce, yani son genel seçimler öncesinde Abdüllatif Şener aktif siyasetten çekilmiş ve TOBB Üniversitesi'nde akademisyenliğe dönmüştü. Ayda 20.000 YTL civarı maaş alan Şener kafayı mı yedi ki aktif siyaset sahnesine silinmek pahasına geri dönüyor yoksa bir bildiği mi var?

Öncelikle Yeni Oluşum Hareketi web sitesini ziyaret etmenizde fayda var. Web sitesinde gerçekten muhalif bir tutum var ve bu muhalif tutum sosyal hayat üzerinden değil, muhalefetin aslında yapılması gereken ekonomik yaşam üzerinden yapılıyor. Toplumun gerçek sorunlarına eğilen bir muhalefet anlayışı Türkiye için ilk bakışta pek alışıldık değil siz de kabul edersiniz ki...



İşte burada bir soru çıkıyor ortaya? Hükümetle çatışması türbanın kötü zamanlaması ve Galataport ihalesi gibi yabancı sermayeye giden ihalelerin usülsüzlüğünden kaynaklanan Şener AKP'nin içindeki beyaz mı? Partinin kurucu timinden olan Şener'in Sivas Olayı sanıklarını ziyaret ettiği bilinen bir gerçek; ancak "Her mülkiyeli biraz komünisttir" tarzı sol kitleye de oynayan açıklamaları ve daha milliyetçi bir çizgi çizen ilkeli bir özelleştirme anlayışı var.

Bülent Arınç, Şener'in başarısızlığa mahkum olduğunu söylese de Şener'in şu an Türkiye'de güvenilebilecek yüzlerden biri olduğu aşikar.

Küçük Fethullah'ın Timsah Gözyaşları

Küçük Fethullah'ı artık hepimiz tanıyoruz. Cühelanın arasından yükselişi, nura bulanmış bir kızartma edalı kişiliği, açtığı sözde Türk - İslam misyoneri okullarıyla Fethullah on numara bir tarikat bebesi, süper kişilik. O'nu küçük kılan ise gözünden eksik olmayan, mazlumluğunu ele veren ve durmak bilmeyen o gözyaşları. Peki Fethullah neden ağlıyor?

http://img141.imageshack.us/img141/6759/hocaefendiee1.jpg

Konu hakkında bir kısım tezlerim var:

1- Sözde cebine bir kuruş sokmayan dershanelerindeki öğrencilerin şişirme başarılarının gururu.
2- RTE ve çetesinin mücadelesinin çeşitli gereksiz kurumların kuvvetler ayrılığı ilkesinden aldıkları gücünden darbe yemesi.
3- Bu fotoğrafın Fethullah'ın Papa'ya "Siz bizi yetim bıraktınız." demesinden hemen sonra çekilmiş olma ihtimali. (En aşağılık olan bu mu?)
4- Komplo teorilerine inanan Fethullah'ın yaş geçti artık cumhurbaşkanı olamam hüznü.
5- Türk toplumunun ağlayan insana karşı gardını düşürdüğü gerçeği.

Kim ağlarsa ağlasın, isterse anamıza bacımıza söven ağlasın biz böyleyiz kardeşim. Ağlayınca sanki canımız ciğerimiz oluyor insanlar. 500 Irak vatandaşını öldüren Amerikan Askeri uçağındaki askerlerin ülkelerine dönüşlerindeki sevinç gözyaşlarını paylaşıp, sıla özlemi demeyeniniz var mı? Peki sılası elinden alınanlar, evlerinde taş taş üstünde kalmayanlar kimin umrunda?

Fethullah ve kadrocu yapısının açıkta bıraktığı memurlar, özel sektör çalışanları, eskiden tüm müşterilere açık olan şimdi ise sadece kapalılara açık olan turizm işletmeleri sizin içinizi açıyor mu? Ağlıyor bak, içiniz açılsın, üzülür...

Uykusuz ve Ergenekon'a Bakışları...

http://uykusuzdergi.com/dosyalar/imagecache/kapak/dosyalar/kapaklar/kapak-045.jpg

Medya hakkında ahkam kesmek o kadar kolay ki. Tek yapmanız gereken internette köşe yazarlarının salladıklarına, gazetelerin manşetlerine göz atmak. Biraz Marx biraz da Türk Medya Tarihi bilen biri için bebek işi olan bu eylemde hep sert eleştiriler kullanıldı; oysa bugün farklı bir şeyden bahsetmek istiyorum.

Uykusuz Dergisi'nin kamplaşmış ülkede fikir belirtmenin zorluğuna dair Bİ BOK ANLAMADIK! başlıklı harika yazısından. Burada bu güzel yazıyı tamamen aktaramayacağım elbette; ama bazı bölümleri duruma çok uygun.

"Bu ülkede bir cephe tarikat kadrolaşmasına işaret edenleri cuntacı, darbeci ,ergenekoncu, faşist ilan ediyor."

"Parti kapatmaya karşı demokrasiyi savunmaktan korkuyoruz. Çünkü bu ülkede bir cephe demokrasiyi savunanları tarikatçı şeriatçı, AKP'li, Sorosçu olarak damgalamaya hazır bekliyor."

"İddianamesi ortada olmayan darbe girişimi sorgulanırken 12 Eylül'ün kararttığı milkyonlarca hayatın hesabını sormak için en ufak bir girişim yok."

Uykusuz Dergisi...

Türkiye'nin nasıl bir mizah dergisine nasıl bir anlayışa sahip olması gerektiğine en güzel işaret sanırım bu yazı...


Uykusuz yazar ve çizerleri ne düşündüğümüzü harika anlattılar...

10 Temmuz 2008 Perşembe

Benim Ülkem

Benim ülkemde yağmur yağmadığı için Tanrıya dava açabilirsiniz...
Işıklara uygun davrandığınız için küfür yiyebilirsiniz.
Düşük bel kot veya etek giyen birine tecavüz ederseniz , daha az hapis yersiniz.
Ama benim ülkemde tecavüzden içeri girerseniz , önce tecavüze uğrar sonra şişlenirsiniz.
Benim ülkemde her daim açık bir çorbacı bulabilirsiniz ,
Benim ülkemde kurallar , uymamak içindir inancı vardır insanlarda.
Ülkemin doğusunda , beşik kertmesine değilde sevdiği adama varan kızı öldürüp ,
Bu vahşetin adına töre cinayeti derseniz yakayı kurtabilirsiniz...
Benim insanım bal tutan parmağını yalar sözüne çok inanır ,
Onlara 3 gösterip , onlardan 5 çalabilirsiniz ...
Size kızmazlar , alkış yaparlar ...
Bu ülkenin bazı semtlerinde tek bir gecede milyarlar harcayan adamlarla ,
Ayağına giyecek ayakkabı bulamayan adamları aynı saat içersinde görebilirsiniz ...
Benim ülkem tüm dünyada bağnaz , yobaz bilinir ...
Ama benim ülkemin bazı köylerinde , başka bir ülkenin hristiyan köylerinden daha fazla klise görebilirsiniz...
Bu ülkeyi kötüleyen şeyler yapıp dünya çapınca meşhur olursanız ,
Önce vatan haini , sonra halk kahramanı olabilirsiniz...
Benim ülkemde , kimisi bir torba kömüre satar siyasi görüşünü ,
Kimisi servetini ikiye katlamak adına ...
Benim ülkemde hat saffada demokrasi vardır ,
Ama asla özgür düşünemezsiniz ...
Böylede ironiktir...
Benim ülkemi , yurtta sulh cihanda sulh diyen biriyle ,
Şehit askerlerimizden kelle diye söz eden iki farklı insan yönetebilir.
Bu ülkenin taşı altındır ,
Toprağı altın tozu ...
Bu ülkenin herşeyi gariptir ...
Her yeri gariptir ...
Ama Türkiyem , herşeye rağmen bayrağını dalgalandırır...
Benim ülkemde her doğan asker doğar ,
Ölüme koşar , sebebini sormayı akıl etmez ...
Sadece emir alır ,
Gözü kara gider, gözleri kapalı gelir...
Benim ülkemde çok ana ağlamıştır ,
Benim ülkemde çok ana ağlayacaktır...
Benim ülkemde paşalar , terörist damgası yiyebilir ...
Konsolosluklar taranabilir ,
Gazeteciler öldürülebilir...
Sinegoglar, bankalar bombalanabilir ...
Ama benim ülkemde umut bitmez ,
Benim ülkemde çare sunulmaz ortaya ,
Ama sorunlar hep atlatılır ,
Benim ülkemde göz yaşı bitmez ,
Ama ardından hep sevinç gelir...
Çok acayiptir benim ülkem ,
Ama milli marş çaldımı hazır ola geçilir ...
O bayrak hep kırmızıdır ...
Kırmızısı kandan gelir ...
Türkiyem düşmeyecektir...
Biz buna inanmak zorundayızdır...

Yorgun ve uykusuzdum , kendimi öldürdüm...

Sevdim , sevdim ve sustum .
Küçüktüm korktum .
Büyürken korkutuldum.
Büyüdüm ve korkusuzum.
Yorgun ve uykusuzdum .
Düşünüp durdum .
Kendimi nasıl öldürürüm.

Anlamazdım küçükken .
Büyürken anlamamam için çabaladılar.
Büyüdüm anlamıyorum .
Sadece sustum .
Yorgun ve uykusuzum .
Düşünüyorum .
Kendimi nasıl öldürürüm .

Aşk acıydı ben küçükken .
Büyürken acısını gördüm .
Büyüdüm ve acıyor canım .
Sadece sustum .
Sevdim ve sustum.
Yorgun ve uykusuzdum .
Düşünüp durdum .
Kendimi nasıl öldürtürüm.

Azdı hava sokaklarda.
Ben küçüktüm .
Ben büyürken kötü de kokmaya başladı.
Şimdi hava bitti , büyümüştüm .
Nefes alamadım .
Sadece sevdim ve sustum.
Yorgun ve uykusuzdum .
Susup izledim öldürülüşümü.

Başarısızlıktı öldürülüşüm .
Ölmedim , yaşıyorum .
Ne kadar yaşanır bu bedenle daha diye sordum.
Cevap veremediler , e zaten bende bilmiyorum .
Sadece sevdim ve sustum .
Sustukça sevdim , sevdikçe daha bir sustum .
Yorgun ve uykusuzdum .
Kendimi öldürdüm .

Nasıl yaptın diye sordular bir gün.
Cevap veremedim , onlarda verememişti.
Dedim ki , sadece sevdim ve sustum .
Sustukça sevdim , sevdikçe daha bir sustum .
Üstüne basarak söyledim son sözlerimi .
Ve ekledim ‘iyi dinleyin’.
Yorgun ve uykusuzdum , kendimi öldürdüm…

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Biraz daha sen...

Sessiz ve sakindin ,
Birazda küçük .
Sen , sen ,
Biraz daha sen .
Ve ben ...
Yıldızlar altında ,
Veya kumların üstünde .
Biraz edebiyat , biraz müzik .
En çok da kayan yıldızlar ,
Basit bir masumluk dilimizde .
O kadar hassatın ki gözümde,
Elini bile tutamadım .
Sarıldım sana belki ,
Ama sımsıkı değil .
Tatlı bir yaz akşamı ,
biraz esinti havada .
Ah o gece ,
O gece hala aklımda ...
Böceklerin rahatsız etmeyen sesleri vardı .
Senin sesinin arka fonunda ,
Benim sesimi bastırmaktaydı .
Denizin korkak dalgaları .
Sen , sen ,
Ve biraz daha sen...
Belki yoktum bile ben ,
Çünkü o gecemde ,
Sadece sen .
Sen ve küçük ellerin ,
Çirkinlikten uzak sözlerin .
Ah o gece ,
O gece hala aklımda ...
Gecenin parlak ve minik süsleri ,
Sanki ellerimize düşmekteydi .
Yıldızların yağmuru vardı o gece ,
O gece sen vardın ,
Biraz da ben .
O gece biz vardık .
Etkileri sürdü o gecenin üzerimde ,
Ertesi gün , bir sonraki gün ..
Çok sonraki gün bile devam etmekteydi .
Hala ayakkabımdaydı o gecenin kumları ,
Hala gözlerimdeydi ellerimize düşen yıldızlar .
Aklımdaydı masum silüetin ...
Ah o gece ,
O gece hala aklımda ...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

elektriklendik

Evet en sonunda dillerdeki zam gercek oldu ve hükümetle aramızdaki elektriğin voltajı dip seviyelere indi. Yakında bunlar size akım bile fazla, sitelerde dolanıp bize karşı yazı yazıyorsunuz diyecekler etki ile elektriklenmenin para ile satıldığı yeni bir devire giriş yapacağız.Bugün okuduğum bir dergide akp ampül şeklindeki ikonunu değiştirip elektriği çağrıştırmayacak bir sembol bulsun diyordu.
Onu bunu geçtim aslında biz her naneye altın suyu parası ödemeye alıştık her şeyde biraz daha fazla katma değerleniyoruz. Herşeyimize biraz daha fazla devlet baba el atıyor.Maaş alıyoruz bir ay bi taraflarımızı yırtıyoruz devlet baba hoop diyor alıyor ucundan accık.iş verenden almaya gelince olmuyor. işverene indirim sağlanıyor vergide bize bindirim.yabancıya sağlanan ayrıcalıklarda aklımda ama konuyu dağıtmak istemiyorum..onlarıda yazarız bir ara.
Zam denildiğinde benim aklıma vergi geliyor tam alakasını bende kurmuş değilim ancak bir çağrışım yapıyor. Elektrik zammıyla neler olur biraz onu incelemek istedim yüzde 21 ile devlet elektrikten iyi para kazanır orası bir gerçek. sonuçta karanlıkta kalacak ya da teknolojinin nimetlerinden kendimizi mahrum bırakamayacağımıza göre devlet baba iyi kazanacak.Güzel bir yatırım.Ancak burda aklıma şu takılıdı.Bizim devlet baba bu elektriği üreten değilki.üretenlere bakıyoruz anamm özel işletmeler ve bir çoğu yabancı ortaklı falan filan.. yaff diyorum tamam ben öderim ama bu bana yapılan bindirim giderde elin zenginine gelir olursa ..Oğluna ferrari yönetim kademesine yatcık olursa işte ona yanarım..Benzerlerine yandığım gibi..Hükümetimiz çakma roobin hoodçuluk oynamaya devam ediyor..fakirden alıyor zengine veriyor.Acaba zengin hükümete ne veriyor..

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Zaman E-Gençleri

Bu yazı hiçbir nurcu baskı altında olmamamdan dolayı yazılmıştır. meraklısına duyurulur.

Skandalların ardı ardına ve fena halde değişik zamanlamalarla patladığı, an itibariyle klavyeye her basışımın bana bir ay öncesinden %21 daha çok kaybettirdiği kesin sadece. Öyle ki bilgisayar başında geçirdiğim zamanı sorguluyorm ve soruyorum:

Bu zam (%21) darbe değildir de nedir? Zaten dünyanın en pahalı petrolünü kullanıyoruz, dünyanın en pahalı interneti her ay çok güzel beyaz kağıtlarla evimize gelip bizi haşırdatıyor, vdsl ayağına 1 mbps internet sefilleri oynuyor ve kimse buna darbe demiyor. Youtube dnstube olarak isim değiştirmeyi planlıyordur muhtemelen Türkiye için.

Tabi ki bu zamlar sadece dağıtımcı firmalara ve devlete yarıyor. Enflasyon düştü ayağına memura ek zam da hoş bir sada oluyor.

YOUTUBE KİMLER İÇİN ZARARLIDIR?

İşte tam burada bu soru devreye giriyor. Acaba youtube kimler için zararlı. Hurşit tolon'un açıklamasından bir hafta sonra Hrant'ı vuranlar için mi, Yunan'ların Atatürk'ü aşağıladıkları videoyu görenler için mi yoksa PKK videolarını görüp etkilenip kürt olduğunun farkına varanlar için mi?

Benim gördüğüm kadarıyla tek sorun Atatürk'e yapılan hakarettir. Çünkü bir insan Kürt ise bunun bilincine Youtube'da bir videoyla varmaz. Bir insan cahil ise ülkücü ya da alperenci tayfanın eline düşmesi zaten lolipop çocuk ilişkisi gibi basittir.

Uluslararası bir mesele olarak Yunanistan'la aramızda süren dava bizi Youtube'a yasakçı yapan korkarım ve bu da hiç geçecek gibi durmuyor.

Mehmet Bal ve Vicdani Retçilik



Mehmet Bal'ı hepiniz tanıyor olmalıydınız; ancak burası demokratik bir ülke değil. O bir karar verdi. Askerlik döneminde bu görevi yapmak istemediğini açıkça dile getirdi. Şimdi kuyruk sokumunda çatlaklar var olaydan yıllar sonra bir göz altı neticesinde.

Kendi dilinden olaylar:

İstanbul Ekim 2002 tarihinde Mersin’de askerlik yapmakta iken vicdani ret kararı aldım. Bu kararımı çarşı izninde basına duyurduktan sonra bana verilmiş olan askeri kimlik ve askeri eşyaları iade etmek için kendi isteğimle son defa askeri birliğe gittim.
Sonrasında tutanaklar düzenlendi ve mahkemeye sevk edildim. Tutuklandım ve 33 gün tutuklu kaldım. Ardından tahliye edildim. Serbest olarak yaşamıma devam ederken Ocak 2003’te tekrar gözaltına alındım ve Askeri Mahkeme’ye çıkartıldım. Mahkeme tekrar beni serbest bıraktı. Bu defa askeri birlik beni hastaneye sevk etti ve 3 ay hava değişimi
izniyle tekrar serbest bırakıldım. Aradan geçen yaklaşık 6 yıllık süreçte herhangi bir gözaltı vs. ile karşılaşmadım.
8 Haziran günü sokakta Gayrettepe İnfaz Bürosu’ndan gelen 2 sivil polis tarafından gözaltına alındım. Şişli Etfal Hastanesi’nden ‘darp-cebir’ raporu alındı ve aynı günün
akşamı Beşiktaş İnzibat Birliği’ne teslim edildim.
Beşiktaş İnzibat’ta ilkin üst araması yapıldı ve soyunmam istendi. Ben de vicdani retçi olduğumu ve askeri hiçbir talebi yerine getirmeyeceğimi beyan ettim.
Tartışmalar, bağrışmalar sonucunda zorla tüm elbiselerim 2 subayın gözetiminde çıkartıldı. Üzerimde sadece don kaldı ve onu da indirip ‘çök-kalk’ yapmamı istediler.
Ben yapmayınca da gene zorla donumu indirip ‘çök-kalk’ yaptırıldı. Sonrasında giyindim ve içeride sadece Oyak Bank logolu bank olan nezarete kapatıldım.
Oradaki bankı da almak istediler ama zemine sabitlenmiş olduğu için sökemediler.
Ben oraya oturduğumda nezarethane kapısına gelen nöbetçi ve diğer askerlerin oturmamam, ayağa kalkmam ve esas duruşa geçmemi istemelerini reddettiğim için gece boyunca küfür, hakaret, tükürme ve sabah uyanmam için üzerime bardakla sıcak su atılması gibi birçok şeye maruz kaldım.
Gece 03.00 suralarında nöbetçinin tokat ve yumrukla saldırısına maruz kaldım. Bu saldırma ve tükürme olayı hakkında Hasdal Askeri Savcılığı işlem başlatmış durumda.
9 Haziran günü Hasdal Askeri Mahkemesi’ne çıkartıldım ve tutuklanarak Hasdal Askeri Cezaevi’ne kapatıldım.
Hasdal Askeri Cezaevi iç güvenlik astsubayı bana cezaevine ilişkin kuralları aktarmak istediğinde ben gene vicdani retçi olduğumu ve cezaevindeki askerliğe ilişkin uygulamaları reddettiğimi belirttim.
Tabii bunu ciddiye almadı ve gardiyan askerlere emir vererek önce zorla elbiselerim çıkartıldı ve 5-6 gardiyan asker beni tutarak saç-sakal-bıyık kesimi yapıldı. Sonrasında da beni bir koğuşa götürdüler. Koğuş mümessili ve yanındaki birkaç kişiye cezaevi iç güvenlik astsubayı “Siz gerekeni yaparsınız, ne yapacağınızı biliyorsunuz” şeklinde talimat verdi.
Beni koğuşa alanlardan birisi eline 40-45 santim boyunda bir odun aldı ve sorular sormaya başladı. Ben de anlatmaya çalışırken bir ara odunla önce kafama, sonra omuzlarıma, bacaklarıma vurmaya başladı. Son olarak da boynumun sol tarafına vurdu. Sendeledim, düşmek üzereyken diğer tutuklular beni tuttu.
Bu defa tokat, yumruk ve göğsüme tekmeler vurmaya başladılar. Daha sonra duşun altına iteklediler ve ben yüzüstü ellerim ve dizlerim üzerinde kaldım, duş bataryasından tutundum. Duşu açtılar ve arkamdan belime, bacaklarıma ve kuyruk sokumuma tekmeler vurmaya devam ettiler.
İyice titremeye ve vücudum kasılmaya başlayınca şişeyle sanırım buzdolabından getirmiş oldukları suyu üzerime döktüler.
Sonra beni sürükleyerek yatağa yatırdılar ve üzerimi örttüler. Öylece yarım saat gibi kaldım ama kasılma ve titremelerim durmadığı için diğer çocuklar koğuş mümessiline “Bu ölecek bunu idareye verelim” dediler ve beni kapıya sürükleyerek götürüp gardiyanlara teslim ettiler. Cezaevi iç güvenlik astsubayı hâlâ “Noldu Mehmet, neyin var?” gibi
sorular soruyordu. Beni hemen revire, oradan da Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’ne götürdüler. Muayene olmayı reddettim ve tekrar cezaevine aynı koğuşa kapatıldım.
Sabah bu kez Gümüşsuyu Askeri Hastanesi psikiyatri bölümüne sevk ettiler. Muayeneyi reddettim.
Cerrahpaşa’dan iki doktor getirttiler ve onlar sadece uzaktan gözle muayene etti. Ama herhangi bir not ya da detaylı bir muayene yapmadılar. Sadece kan alımı ve serum bağlanmasının gerektiğini söylediler ve bunlar yapıldı.
Akşama kadar orada kaldım ve akşam tekrar cezaevine götürüldüm. Bu kez farklı bir koğuşa koydular. Herhangi bir olumsuzluk yaşanmadı diyerek soruşturmayı kapattılar.
Yürüyemiyor ve ellerimi kullanamıyordum. Boynum, belim ve sağ bacağım kasılıyordu. Sonrasında avukatlarımın görüşmeleri ve beni de ikna etmeleri sonucu Gümüşsuyu Askeri Hastanesi’nde röntgen çekilmesi ve muayeneyi kabul ettim.
10 Haziran akşamı ise tek kişilik özel bir koğuşa koydular. Cezaevinde en başından itibaren zorla askeri elbise giydirme işlemi devam etti. Ben de bunu protesto
amaçlı açlık grevine devam ettim. Sonraki süreçte cezaevi müdürü bir iç soruşturma başlattı ve hızla bitirdi. Benim ifademi almak istedi ben de avukatlarımın da bulunduğu bir ortamda ifade vereceğimi söyledim.
Sonrasında benden herhangi bir ifade vs. almadan soruşturmayı “Herhangi bir olumsuzluk yaşanmamıştır” diyerek kapattılar. Ve hızla sevk işlemlerini yaparak beni Beşiktaş
İnzibatı’na teslim ettiler. Bu arada avukatların girişimleri sonucu Hasdal Askeri Savcılığı sevki iptal etti ve benim ifademi, sanık teşhislerini vs. tamamladı.
Bunların tamamlanmasından sonra beni Adana’ya sevk ettiler. Yolda ve Adana’da hiçbir olumsuzluk yaşanmadı.
Sadece İskenderun Askeri Hastanesi Karantina Subayı zorla kıyafetlerimi çıkartıp hastane kıyafeti giydirdi.
24 Haziran günü ise akşam 19.00 sıralarında gelen “barışta ve savaşta askerliğe elverişli değildir” raporu nedeniyle Adana Askeri Mahkemesi beni tahliye etti.
Gece 12.00 gibi serbest kaldım.

4 Temmuz 2008 Cuma

Demir Demirkan - Yolun Yarısı

Açıkçası demir demirkan ile ilgili yazmak bana her daim zevk vermiştir. Aşağıdan klibini izleyebileceğiniz parçayla yaptı kendisi bu albümde çıkışını. Yolun yarısı diğerlerine göre oldukça farklı bir albüm. Öncelikle Demir Demirkan'ın bu saçsız hali Joe Satriani havası katıyor O'na; ama O'nu suçlamak da yanlış olur. Çok iyi iki gitar virtüözünden söz ettiğim için birini birine özenmekle suçlayamayacağım açıkçası.

İstanbul 2004'teki, Hayat Nedir'deki sert Demir Demirkan buralarda değil doğal olarak.

Açıkçası ben Demir Demirkan'ın bu albümünü Nazan Öncel'in Yan Yana Fotoğraf Çektirelim'iyle aynı rafa koyarım. Belki yine rock çalgıları kullanmış Demirkan; ama bir nokta var ki değinilmesi gereken, kaçmamak lazım. Kaliteli bir müzik dinlerken anlıyor insan.

Demir Demirkan da karakterini biraz değiştirmiş sanki. Sertab Erener'le iyi giden ilişkisi kendisini de adam etmiş. Yani bildiğin yolun yarısı insanı olmuş. Cicileri giyip karşıma çıksa hiç çekinmem artık kendisinden.





Peki favorilerimiz ne albümden:

Ağır Ağır ve Alıştım Artık kişisel hesaplaşmalarıyla öne çıkan güzel şarkılar. Bu albümde rüzgar ya da belki aramak sanırım haksızlık olur. Oldukça farklı ve güzel!

Küresel Isınma

İngilizcesi olan ya da olmayan tüm arkadaşların izleyip anlamaya çalışması gereken bir National Geographic belgeseli.

Hrant'la Bir Röportaj..


Hrant Dink


Türkiye'deki Ermeni azınlığın durumunun ve Türkiye'nin Ermenilerle bağlantılı olarak kendi tarihi üzerinde yaptığı tartışmaların, geriye kalan en büyük tabulardan biri olduğunu kaydediliyor. Bu tabuyu aşmak isterken kaybettiğimiz Dink'in anısına.


Ayça Abakan: Meclis'in Avrupa Birliği Uyum Komisyonu'nunca düzenlenen toplantıyla ilgili görüşleriniz nedir?

Hrant Dink: Doğrusu toplantı öncesinde, toplantıya davet edildiğimde, özellikle de son bir iki gün içinde, yabancı basının bu toplantıya önem vermesi, sürekli sorular sorması, kafamda bir takım tedirginlikler uyandırmadı değil. Nedir bu yapılan, ne yapılmak isteniyor? Toplantı sırasında da konuştuk, aslında bu sorular orada da vardı kafamda.

Ama toplantıdan çıktıktan sonra, bu toplantının hakikaten çok yararlı bir toplantı olduğunu, önemli bir deneyim olduğunu gördüm. Çünkü Türkiye yeni bir açılım içerisinde.

Biliyorsunuz Başbakan Tayyip Erdoğan’la Deniz Baykal birlikte, yani iktidar ve muhalefet birlikte bir açılım sağladıklarını dünyaya ilan ettiler, sadece Türk kamuoyuna değil. Ve bu açılımın da desteklenmesi gerektiğini düşünenlerdenim, ısrarla da bunu savunuyorum. Ama o beyanlardan bugüne kadar geçen süre içerisinde yeni açılım olarak ortaya konulan yeniliklerin pek de öyle yeni birşeyler olmadığını gördüm. Özellikle de o yeni açılımın henüz daha yeni bir üslupla donanmış olmadığını gördüm.

Yani eski, o bildik karşı kampanya, karşı atak, karşı kavramıyla ilgili bir duruş sözkonusuydu. Justin McCartney'nin Türkiye'ye getirilmesi, parlamentoda yaptığı konuşmalar. Hala o mezar kazma, mezardan iskeletler çıkarma ve bunu "İşte Ermenileri Türkler katletti" diye dünyaya anlatma ritüelleri. Korkum şu, bu üslupla mı yeni bir açılım bulacağız. Bu böyleyse, bu gerçekten mümkün olmaz.

Ama şunu söyleyebilirim, Parlamento'da ilk kez böyle birşey yapıldı. Ermeni yurttaşlarından birkaçını da aldı dinledi. Bu devam eder mi, ne kadar devam eder, ne yapılmak istenir arkasından, hangi boyutlarda nerelere gider bilemiyorum. Ama bize ne zaman düşünce belirtme görevi düşerse onu her zaman yerine getiririz. Çok saygın bir toplantıydı. Fikirlerimizi çok özgürce dile getirdik.

Ayça Abakan: Strazburg'da düzenlenen toplantının amacı nedir, ne için çağırıldınız? Ve neler söyleyeceksiniz?

Hrant Dink: Ben, 'Türk-Ermeni ilişkilerinin geleceğine ilişkin Avrupa Birliği'ne düşen rol ne olmalı' konulu bir tebliğ sunacağım. Biraz sert konuşacağım.

Geçmişte, 90 yıl önce, ya da ondan önceki yıllarda da yaşanan trajedilerde, yaşanan felaketlerde Avrupa ne rol oynadı, bunu acaba Avrupalılar bugüne kadar çok açık yüreklilikle sorguladılar mı? Hayır sorgulamadılar. Bütün ayrıntıları da biliyorlar aslında. Kendi arşivleri bunlarla dolu. Ama onlar bugüne kadar hiç samimi bir duruş göstermediler bu yönde.

İşte, geçmişte Ermeniler üzerine hâmilik yaptılar, İngilizler, Fransızlar. Avusturya, Almanya, İttihat Terakki'ye bu yönde telkinlerde bulundu. Yaşanan o felaketin de bir yerde teorisyenleriydi onlar, akıl vericilerdi. Kendi Balkanlarda edindikleri pratiği Osmanlı'ya aktaranlardı. Ama Avrupa'da bunlar hiç sorgulanmadı.

Bunları niçin sorgulamadıklarını onlara hatırlatacağım ve aslında sorgulamadıkları için de bugün aynı hataları tekrarladıklarını yine hatırlatacağım. Çünkü bugün artık Avrupa'nın mazereti de yok.

Artık gerçekten reel ve doğru dürüst bir politikaya sahip olmaları lazım. Tarihe ilişkin, hiç kimse, kendisine düşen sorumluluğu ve bedeli - bedel kelimesini de özellikle kullanıyorum, diğerlerinin üzerine atarak aradan sıvışamaz. Avrupalıların önemli bir sorumluluğu vardı bu işler içerisinde. Ama onlar bu sorumluluğu hiç idrak etmediler bugüne kadar ve bunun bedelini telafi edebilmek için hiçbir çaba göstermediler.

Bugün ise artık bu bedeli ödeyebilmek için fırsat doğmuş durumda. O da nedir? Geçmişte, onların sayesinde bin yıldır birarada yaşayan iki halkın ilişkileri tüketildi. Geçmişte bu ilişkileri tüketen Avrupa, bugün bu ilişkileri üretmekle, yeniden doğurmakla yükümlüdür. Ve bedelini ancak böyle ödeyebilir.

Bunun için her türlü performansını harcamalıdır. Türkiye ve Ermenistan arasında iki ülkenin sınırlarını açabilmesinde, diplomatik ilişki kurmasında ortak üretim alanları, ortak çıkar alanları yaratarak bu öldürmüş olduğu ilişkiyi tekrar üretmelidir. Parasını da ortaya koyarak üretmelidir. Maddi yardımını yaparak üretmelidir.

İki cümlelik parlamento kararlarıyla bu ilişki üretilmez. Bu ortada. Onların asıl yapması gereken gerçek politikaya dönmeleridir. Hayatı üretecek bir politikaya dönmeleridir. Bunları önereceğim kendilerine.

not: BBC'nin söyleşisinden alıntı olan kısım çizginin altındadır.

 
Elegant de BlogMundi